Nedendir bilinmez bizim çocukluğumuzda, köydeki çocuklar arasında yaygın bir söylem vardı: Benim babam otuz altı yaşında!
Neden otuz altı da mesela kırk değil, yıllar varki hep merak etmişimdir. Kendi öz çocukluğumuza ait bu hatıra hep kafamı kurcalar ama hala, bunun sırrını çözebilmiş değilim. Sanırım hiç çözemeyeceğimde.
Gittikçe sertleşen ve çirkefleşen dünyamızın, daha bu kadar yozlaşmadığı seksenli yıllarda, kendi çocukluk evrenimizde, kendiliğinden gerçekleşip kendiliğinden maziye karışan sayısız hatıralarımız kaldı. Kayboldu desek belki daha doğru.
Her şeye ilaç olduğu söylenen zaman, çocukluğumuza ait her ne varsa hepsini önüne katıp çoktan yok etti bile. Üç ekmek, anası eğri, seydi ğaz, gömmece gibi literatüre girmemiş kendi köyümüze ait oyunlar, sadece, zamana kısmen direnç gösterebilen bazı dimağların tozlanmış arka kısımlarında kaldı ve neredeyse, hepten unutulacağı gün için artık emri hakkın vaki olacağı anı bekliyorlar. Her iki haftada, yer yüzünde bir dil/lisanın yok olduğu düşünülürse bizimki bir şey değil belki ama bizim işte. Bizim kendi öz çocukluğumuz.
O çocukluk dünyamızın dev kahramanları olan Anadolu’nun kavruk ama savruk olmayan çocukları olan babalarımız otuz altı yaşındaydı hep. Tabi hepimizin... Açıkçası babamın otuz altı yaşında olmayabileceğine aklım kesiyordu ama herkesin babasının otuz altı yaşında olduğu yerde benim babam onların babasından küçük olamazdı herhalde.
Ama aradan geçen bir kaç yıl sonra, bir gün, babannemin babamın otuz altı yaşında olduğunu söylemesi ile babamın gerçek yaşını fehmetmiştim. Ama o zaman otuz altı yaş hala o kadar önemli miydi hatırlamıyorum!
“Yaş otuz beş, yolun yarısı” olarak belleklere kodlandığı için midir, yoksa kırka sosyo-psikolojik, istatistiksel merdiven dayamanın ilk eşiği olup, kemale ermeye ramak kala pozisyonuna erişildiği için midir bilmiyorum ama sırrına hala eremediğim otuz altı yaşın kendisine ermiş bulunuyorum.
Ve bugün, benim babam değil, kızımın babası otuz altı yaşında!
Zamanı durdurmak istediğim ve beni asla terk etmesini istemediğim yirmi iki yaşımı hatrlıyorum da..! Hey gidi günler hey!
Bir kerecik, ama sadece bir kerecik geldiğimiz ve sonsuz yaşamın yön istikametini tayin etmeye çalıştığımız bu hayatta, olmak istediği gibi bir hayatı yaşayamamanın iç karartıcı etkisi mi, yoksa hep başkalarına göre konumlanmış bir hayatı yaşamanın burukluğu mu, beni bu düşüncelere iten bilmiyorum?
“Yaş otuza beş, yolun yarısı,” psiko-folklorik eşik standardını aşıp, üstüne artı 1 çentik attık bile biz. Ama yolun yarısında mıyız bilmiyoruz. Bunu kim bilebilirki? Zamanın harmanlayıcı, yontucu, eritici, yok edici çekiçi, zihnimizde çalışırken, belki yarın, belki yarından da yakın bir gelecekte, kıyamete kadar durdurulup, artık hiç gelmeyecek, gelemeyecek zaman!
Elbette güneş yarında doğacak, obür günde doğacak. Ama emin olun, bir gün mutlaka doğmayacak. O yüzden, siz siz olun, kendinizi, yolun başında, yarısında falan konumlandırmayın. Sonra, köprüden önceki son çıkışı kaçırırsınızda haberiniz olmadan, önünüze çıkan ilk ahiret gişelerinde trafik melekleri tarafından harab ediliverirsiniz!
Bence yaşınız kaç olursa olsun, siz siz olun, bugünü hayatınızın son günü gibi bilin. Saçınızın, sakalınızın sizi aldatmasına müsade etmeyin. Zira, aynaya iyi bakabilirseniz, bir tek tel beyaz saç “Ölüm Var Ya Ömer” demek için yeterde artar bile.
Yıllar geçer, saçlar kocar
Bıyık kocar, sakal kocar
Gönül kaçar, dün kovalar
Bugün kaçsa, yarın kocar!
Demir kocar, usta kocar
Örs değilse çekiç kocar
Körük yanar, duman tüter
Baca kocar, duman kocar!
Tik tak kaçar, saat kocar
Gül benizli avrat kocar
Zaman fırça, ömür tuval
Usta ölmez, sanat kocar!
E Mail : akpinartahsin@hotmail.com
Twitter: @akpinartahsin