Öğrencilik yıllarımda başıma geleni anlatmış mıydım size? Nasıl da unuttum ben onu. Kaldığım yurt özel bir yurt idi. Bir gün açlıktan ölmek üzere yurda geldim. Kitabı defteri ranzamın üzerine attım, hemen yemekhane binasına gideceğim. Yemek saatinin bitmesine son yirmi dakika var. Daha gideceğim -ki bina gidene kadar zaten acıkılacak kadar bayır- varsa sıraya gireceğim, fişimi vereceğim, yer bulacağım da… Koşturarak çıktım, fişimi verdim, yemeğimi aldım, hemen ilk bulduğum yere oturdum. Yemekleri oturana kadar zaten gözümle yemiştim de doymamıştım.
Oturdum ve hemen kaşığımı alıp daldım. Yemekhanedeyiz ya kibar yiyorum tabi. Bir iki kaşık aldım kulağıma bir şapırtı sesleri gelmeye başladı. Kim bu karşımdaki orman personeli diye başımı istemsizce kaldırdım ki ne göreyim?
O kadar şanssız ve bahtsızım ki, genç, yakışıklı, kültürlü erkeklere kıran girmiş gibi karşımda pala bıyıklı- bıyıkları da ağzının içine girmiş-uçları yoğurt bulaşığı olmuş, sandalyenin yanlarından yağları fışkıran, bütün yaz güneşin altında durmuş gibi kapkara bir adam! Aman Allah’ım… Ben de ne açlık kaldı, ne iştah. Sonraki lokmalarım boğazımdan zorlukla geçerken kafamdan da bir sürü bilip de henüz kullanmadığım kelimeler geçiyordu. Adamı uyarmayı düşündüm: “Beyefendi biraz daha sessiz yemeniz mümkün mü acaba, arkadaşımdan telefon bekliyorum da çalarsa duymam diye korkuyorum,” diyeceğim ama her başımı kaldırdığımda göz göze geliyoruz, zaten masanın eni dar, bir çarpsa elinin tersiyle yemekhanenin bütün yerlerini baştan aşağı paspaslatacak kadar güçlü, sanki ben onu rahatsız ediyormuşum gibi bakıyor bana, velhasıl söyleyemedim.
Yemeğim burnumdan fitil fitil gelirken “Affedersiniz hanımefendi…” diye ince bir ses duydum. Başımı tekrar kaldırıp etrafıma baktım ve o ses karşımdaki pala bıyıklıdan çıkmıştı. Şaşkındım. Türk filmlerindeki “Bu ses, aman Allah’ım bu ses… Yoksa… Olamaz!” diyecektim ki karşımdaki `nazik adam` suratımdaki şaşkınlığa bir son vereceği ümidiyle cümlesine devam etti: “Kolunuz yemeğin içine giriyor!”
Sen elâlemin hatasını gözeteceğine kendine bakmazsan böyle olur. Bir baktım, montumun dirseğime kadar olan kısmı yağ içinde. Yerin dibine geçtim. O yemek, bana çok şey öğretti. Artık yemek yerken sadece kendimle ilgileniyorum. Ayrıca üç adet görgü kitabı aldım. O kadar detay var ki,uygulamaya kalksam kişiliğim bozulacak doğal olmayacaktım.Bu yüzden uygulayamadığım için de zaman içerisinde unuttum.
O kitapları okurken beni en çok şaşırtan şeylerden biri hediyeleşmekle ilgiliydi. Verilen hediye hemen açılmalı ve beğenildiği söylenmeliymiş. Ben de hemen açmanın görgüsüzlük olduğunu,karşımdakinin "Ne o çatlamış gibi, sonra açıp baksan ölüyor musun?" diye düşüneceğini zannederdim. Merdivenden çıkarken önce bayanlar,inerken önde erkekler,kırmızı etle kırmızı şarap,selamlaşma adapları,çatal bıçak sıraları vs. bunları az çok görerek,izleyerek öğrenmiştik.
Buradan Zevcan Hanım’a sesleniyorum; "Lütfen ama lütfen lahmacunlardaki etleri elinle seçerek yeme, hatta sen hiç lahmacun yeme," başka diyeceğim yok.Gerisini yine yüzüne söylerim.Kahretsin şu açık sözlülüğüm ama ne yapalım ki insanları ve beni de olduğu gibi kabul etmek zorundasınız.
Siz kendiniz için görgülü biriyim diyorsanız bilemem ama ben bazen “Beni görgüsüz beni!” diyorum.
Beni Görgüsüz!
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.