1-
Yıllardır içinde bulunduğu duygu halini; bir türlü anlayıp yorumlayamıyor, nasıl başladığını, nerede, ne zaman ve hangi halde neticeleneceğini bilemiyor, bu gidişi ruhu tam anlamıyla kavrayamıyordu. Kendisine sorarsanız vaziyeti garip ama sevecen bir haldi yaşadıkları. Sabahın seherinde, akşamın grup vaktinde, gecenin belirsiz bir anında, yahut günün herhangi bir zamanında, O aklına geliyor ve bu düşünceden çocukça bir sevinç, duyuyordu. Adeta masum, hesapsız ve karşılığı olmayan, beklenmeyen bir mutluluktu bu.
Çoğu kere hayatı bir oyun ve eğlence gibi gören ve düşünen, olayların sıkıntılı yönlerinden ziyade olumlu taraflarının peşinde olsa da, son yıllarda içerisinde bulunduğu vaziyetten dolayı kendisini suçluyor ama hemen buna karşı her suçlu gibi çabucak, yaptığını savunmak için gerekçe ve mazeret bulup adeta kendi suçlarını aklıyordu. Kimseye zarar vermediğine göre neden suçlanacaktı ki? İçinden başka bir ses öyle de olsa yine de gül bahçesinin yanından geçerken, içlerinden en güzelini çalan hırsızın ne farkı var senin yaptığının diyordu.
Oysa başını çevirip bakmaya bile hakkı olmadığı bir yerden, gülistandan yahut gülzardan, en nadide gülü almaya çalışıyordu. Bunu hem kendisi hem de -sanırım- gül biliyordu. Bazen bu duygu seli azalıp, bazen günün her anını kaplayacak şekilde çoğalsa da yıllardır böyle devem edip gidiyordu.
Defalarca hatırlaması yetmediği gibi, gönlünde günbegün ziyadeleşen, artan bağlılığın akıbetinin ne olacağını da bir türlü kestiremiyordu. Öyle ki duyduğu her şarkının O'na yazıldığı düşüncesiyle, hem güfteyi hem de besteyi kıskanıyor, dinlerken hüzünleniyor, kimi zaman kendine bile itiraf etmese de içten içe ağlamak istiyordu...
2-
Bu yaşadıkları sanki bülbülün güle olan meyli, muhabbeti ve bağlılığını andırıyordu.
Peki neydi bülbülün güle ilgisinin sebebi. Diğer kuşlar hayatlarını sürdürebilmek adına, kuğu gibi süzülmek için gökyüzüne, yüzmek için nehre, göle yahut denize, yuva yapmak için bir ağaç dalı yahut minnacık bir mekana ihtiyaç duyarken yahut bir çiçeği, böceğe, çayır ve çimene, ya da başka bir canlıya bu denli bağlanmazken, bülbülün onlardan farklı olarak gülü görünce kanat çırpması, ona ulaşmak için dikenlerin narin vücuduna batmasıyla kan revan içerisinde kalmasına rağmen, aşkın şekilde şakıması ve kendinden geçmesi, her zaman ayrılmaz bağlarla bağlanması, melül mahzun ya da şen şakrak tavırlara sergilemesinin manası hakkındaki fikri var mıydı?
Acaba gün batımında gülzarda, serhoş bir halde saatlerce şakımakla ne elde ediyor yahut umuyordu ki biteviye derdini terennüm ederken, kendisini böyle heder ediyordu bu garip bülbül. Belki de arada bunca mesafe, onca sıradağlar olmasına rağmen, O'na olan sevgisini zihninden bir an olsun çıkarmayanın da gönlü bu sevdayı taşımanın verdiği derin ızdıraba rağmen engin bir mutlulukla yaşama sevinci bulmasıydı.
İyi de hayat bir yönüyle zaten bu değil miydi? İnsan denilen bu garip varlığın dünyadaki, evrendeki diğer canlılardan daha kıymetli olmasının, kendisine has bazı özelliklerin bulunmasından daha tabii ne olabilirdi ki. Birinin aşkını zihninde hep yaşatması, maşukun bunu bilmesi yahut onaylamasına ihtiyaç duymayacak şekilde, kendiliğinden oluşan ve devam eden duygu hali olması neden tuhaf görülsündü ki?
Arının türlü çiçeklerden beslenip bal yapması nasıl onun en doğal hali, varlık sebebi ise, insanın sevdasının bir yere-mekana, eşyaya, canlıya yahut bir başkasına yönelmesi de onun tabii hali olsa gerekti. Bu duygunun yoğunluğu kişiden kişiye değişse de nihayetinde herkes taşıyabileceği bir yükle mükellef olarak sınanırdı değil mi? Hiç kimsenin üstesinden gelemeyeceği aşkın bir hal ile karşılaşması da mümkün olmasa gerekti.
Sevdanın zirvesi olarak kabul edilen, Leyla ve Mecnun olayında, Kays nasıl yaşadığı coşkun haller sebebiyle, "Mecnun" yani cinlenmiş olarak isimlendirildiyse, maşukun kara gözleri/kaşlarından ilhamla geceyi andırdığı için O da Leyla adını almış olmalıydı diye düşünüyordu.
Kimi zaman ise sevilenin kendisinin de bu eylemde -belki de bi haber olduğu içindir- pek bir etkisi olmadığı açıktı. Bu sebeple olsa gerek Aşık Veysel:
"Güzelliğin on par etmez,
Bu bendeki aşk olmasa" demiyor muydu?
Lakin yine de O; mısralarda nihan olup saklansa bile aşıklara göre, bir Züleyha, bir Leyla, bir Şirin, bir Aslı, bir Zühre, bir Belkıs, bir Zin ve nihayet bir Kırmızı Lale olarak, gizli ya da açıkca yaşama sevincinin kaynağı değil miydi?
3-
Peki neden düşlerde yoğrulup kayboluyordu? Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, belki de adı unutulduğu halde, ismini her hatırladığında, niçin içini buruk bir mutluluk kaplıyordu? Daha da önemlisi, belki de hayatta tek tutunduğu bu beklenti, vuslatı imkansız olan kavuşma hayalinin ona verdiği nasıl bir saadet idi ki, bu fikirden bir türlü ayrılamıyor, kopamıyordu?
Kimi zaman efil efil esen seher yelinden, bulutlardan, yağmurdan yahut peşinden gelen eleğimsağmadan ya da güneşin ışıklarıyla veyahut, gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı, çağlayan bir şelale, coşkun akan nehir, çiçeklerin açması, kuşların kanat çırpması, sevinci, hüznü ve çektiği acılar neden hep O'nu hatırlatıyor gönlünde hazır buluyordu?
Öte yandan acaba O bunların haberdar mıydı? Olsun habersiz olsa bile engin bozkırlarda, doru atlarla olabildiğince hızlı ve ısrarla yol alırken, güneşin yakışıyla kavrulan topraklarda yeşeren cılız bitkileri gazele dönen yapraklar, günler aylar ve yıllar gelip geçerken, adeta çöldeki vahalar gibi karşısına çıkıp bahar esintisini tattırdığına göre mutluluk bundan başka ne olabilirdi ki?
Oysa kim bilir belki, artık O son gördüğü gibi bir tomurcuk değil, yediveren kırımızı bir gül belki de Kırmızı Lale olarak al al olmuş yanaklarından, mutluluk gözyaşlarını döken asude bir hayat yaşıyordu. Öyleyse bu hayatı kıskanmak ve dışarıdan bakarak, bülbülü yaralayan bir diken olmak da neyin nesiydi ve buna hakkı var mıydı? İşte asıl cevabını bulamadığı sorulardan birisi de bu idi. Acaba güller de dikeni sever miydi, sevebilir miydi mesela. Olacak iş değil ama bu düşünceye yaslanıp kimi zaman küçük cümleler kuruyor, hikayeler hatta mısralar bile yazıyordu.
Aslında onu yakından çok yakından bilenler hariç, dışarıdan bakıldığında -belki de hayatın ona çektirdiklerindendir- yüz hatları haşin ve sert bile kabul edilebilirdi. İçeriden sevecen yahut nüktedan diyebileceğimiz ve hep içerisinde bir çocuk büyüttüğü ve insanlara, çevresine muzip şakalar yaptığını eller ne bilsindi. Gerçekten, gerçek olan hangisi, kindi içerisinde gördüğü mü yoksa başkalarının kendinde gördüğü mü?
...