Müslüman Kardeşler'in etkisi olmasaydı belki de Türkiye'de İslami hareketler şiddete ve teröre yönelebilirdi.
Kuşkusuz, bir dönem teşehhüd miktarı İhvan'a uğrayan veya teşkilatta yer alanlardan teröre yönelen oldu, ama birkaç örnekte gözlendiği üzere İhvan -özellikle Mısır İhvanı- anında bu kişiler veya fraksiyonlarla yollarını ayırdı. Zulme, baskıya sabretti, temkin yolunu benimseyip bugüne gelebildi.
Türkiye İslam'ının da belirgin özelliklerinden biri her dönemde şiddetten ve terörden uzak durmasıdır. İslamcıların siyaset sahnesine çıkmaya başladığı 1970'lere baktığımız zaman -ki 70-80 arasında beş bin insan bu anarşi ve terör cehenneminde hayatını kaybetti-, sağcılarla solcular devamlı çatıştılar. Müslüman gruplar bundan uzak durdu. İronik olan şu ki, gerek sol ve sosyalist, gerekse sağcı ve milliyetçi kesimler bu dehşetengiz şiddet (anarşi) ve terörün tarafları ve suçluları iken, bugün Amerika'nın İslam dünyası üzerindeki hegemonik politikalarına ve Batı'nın İslamofobiasına lojistik destek sağlamak üzere "İslami terör"den bahsedebiliyorlar, Müslümanlara yeni bindikleri "liberal dolmuş"tan akıl veriyorlar.
Diğer bir nokta, İhvan'ın Nur hareketlerinin üzerindeki etkisidir; Nur hareketlerinin ortak özelliği, toplumu manevi ve ahlaki bakımdan takviye etmek, iktisadi bir hareketlilik içine sevk edip kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamaktır. Nihayetinde bu hareketlerin sosyal tabanı orta sınıf ve alt katmanlardan oluşur.
İhvan-ı Müslimin "ulusal ve ulusalcı (milliyetçi) bir hareket" değildir. İslam alemi ölçeğinde genel kabul görmesinin dinamiklerinden biri epistemolojik olarak Kur'an'ı, hayat tarzı ve örgütlenme modeli olarak Sünnet'i ve siyasi hedefleri itibarıyla ümmeti temel almasıdır.
Yine Türkiye İslami gruplarının içerisinde tasavvufa karşı nispeten daha yumuşak veya radikal/katı tutumların alınmamasının önemli sebeplerinden biri Hasan el-Benna'nın zühde ve takvaya verdiği önemdir. Türkiye'de sanki "selefi hareket" ile "sufi hareketler" birbirine taban tabana zıtmış veya sürekli birbirleriyle çatışıyormuş zannedilir. Ortadoğu Arap havzası söz konusu olduğunda bu belli ölçüde doğrudur. Türkiye'de durum biraz farklıdır. Hasan el-Benna'nın Risalelerini, derslerini, vaazlarını, konuşmalarını, hatıralarını takip ettiğimiz zaman şunu görüyoruz: El Benna İslam'ın ilk dönemlerindeki "zühd ve takva"yı öne çıkarır. Belki adını "tasavvuf" olarak koymaz. Fakat zühd ve takva olarak tasavvufu öne çıkarır. Zaten toplumu ahlaki ve manevi bakımdan takviye etmeyi hedefleyen her teşebbüs, mutlaka İslam'ın önemli beslenme kaynaklarından biri olan zühd ve takvaya başvurmak zorundadır. Bu manada İbn Teymiye'nin eserlerinde de kuvvetli temalar ve argümanlar vardır. İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye de aynı çizgiyi sürdürmüştür. İbn Teymiye'nin asıl mücadelesi dinin enfüsi ve deruni boyutu olan zühd ve takva değil, yerel şaman ve pagan inançların devamı olan ritüeller ve hurafeler, batıl inançlar, mezar ve türbe kültü gibi gayri İslami batıl inanç ve bid'atlardır. Daha gerilere gittiğimizde bunun izlerini Ahmed ibn Hanbel'de bulabiliriz. "Kitabu'z-Zühd" bunun kanıtıdır. Ahmet ibn Hanbel lafzi İslam'ın bir bakıma büyük imamı kabul edilir, ama zühd ve takvaya, İslam'ın manevi/deruni boyutuna yabancı değildir. Bu Türkiye'deki tasavvuf hareketlerinin Müslüman Kardeşler'in etkisinde kendilerini Kur'an'a ve Sünnet'e, yani ana akideye uydurmalarının önünü açmıştır. Türkiye sufiliği ve tarikatlar, bağımsız İslami kültürel/entelektüel grupların dolaylı etkisinde nispeten kendilerini Kur'an ve Sünnet çizgisi üzerinde gözden geçirme lüzumunu hissetmişlerdir.
Şaşırtıcı olsa da Müslüman Kardeşler modern İran İslamı üzerinde de belli bir etkiye sahiptirler. İslam devriminin önemli beslenme kaynaklarından biri İhvan'dır. Bunun somut örneği bugün Velayet-i Fakih konumunda olan Ayetullah Ali Hamaney'in Seyyid Kutup'un "İslam-Kapitalizm Çatışması" kitabını Farsçaya çevirmiş olmasıdır. İranlı Müslümanlar da 1960'lardan başlamak üzere hem Seyyid Kutup'un hem de Müslüman Kardeşler'in belli başlı kitaplarını okumuş, bu kitaplardan istifade etmeye çalışmışlardır.