Son günlerde Başbakan Erdoğan'a izafe edilen iki cümle var ki, bu iki cümle basında "sağlı sollu" kroşelere maruz kaldı.
Bu cümlelerinden biri, "Benim vatandaşım pompalı kullanmasın da ne yapsın?" cümlesi, diğeri ise "Ya sev ya terk et" şeklinde anılan cümlesi idi.
Biliyorum, aşağıda yazacağım satırlar karşısında bana "satılmış" diyen de çıkacak, "yalaka" diyen de..
Ancak şu ikisi arasında ciddi bir nüans olduğunu düşünüyorum, o da şudur:
Vicdanı olan biri Başbakan'ın bu cümlelerini tersyüz etmez ama bu cümleleri eleştiren herkes de muhakkak ki vicdansız değildir.
Eleştiren herkes vicdansız değil, çünkü Başbakan öylesine "çarpıtmaya müsait" laflar etti ki, kastı o olmasa bile "algılanan" ne yazık ki bu oldu.
Bu sözleri eleştirenler üç gruba ayrılıyor:
Birinci grup: Her lafı çarpıtmak için takla atanlar.. Maslow'un dediği gibi, bunlar kendilerini çekiç olarak gördükleri için önüne gelene çivi muamelesi yapanlar yani "hırdavat demokrat" olarak tavsif edilenlerdir.
İkinci grup: "Bakın ben yalaka değilim, görüyorsunuz Başbakan'ı bile eleştirebiliyorum" diyenler.. Ki bunlar da hem nalına hem mıhına yazdıkları için adlı adınca "nalbant demokrat" olarak nitelendirilmesi gereken isimlerdir.
Üçüncü grup ise: Cümlenin ilerisini gerisini tam okumayan, okusa bile cümlenin içeriğini tam olarak anlayamayanlar, haydi adını koyalım "iyi niyetli demokratlar".
Şimdi Başbakan ilk cümlesinde ne demiş bakalım: Diyor ki Başbakan:
"Ben vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içindeyim. Eğer siz vatandaşın hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir.."
Peki yapılan yorumlarda ne deniliyor? Neredeyse herkes özetle şu yorumu yapıyor:
"Başbakan, pompalı ile ateş edenleri mazur gördü. Halkı sabırsızlandırırsanız pompalı caizdir. Siz de sabırsızlandırmayın"
Oysa Erdoğan pompalıyı caiz görmüyor, halka "Vurun bunları" demiyor, "PKK'nın ne yaptığını" ve oyuna gelinmemesini izaha çalışıyor.
Demek istiyor ki: "PKK'lılar halkın canına kastediyor, kastedilenin ise canını kurtarmak için nefsi müdafaada bulunması doğaldır. Ben kalkıp, canına kastedilen kişiye 'Canını kurtarma' diyemeyeceğime, desem de pratikte bu bir anlam ifade etmediğine göre bunun sonu nereye kadar gidecektir? Endişem budur".
Başbakan'ın büyük tepki çeken ikinci cümlesi ise kamuoyuna ne yazık ki "Ya sev ya terk et" şeklinde sunulan cümlesi oldu.
Erdoğan, oysa başka bir şey söylüyor ve bu başka bir şeyi de Kürtler için değil sadece PKK'lılar için söylüyor.
Diyor ki: "Bu ülke bölünmemelidir, yok illa ben böleceğim diyorsanız, en azından teröre başvurmayın. Teröre başvurarak ayrılmak istiyorsanız, bu ülke size bu izni vermez. Beğenmeyen de çekip gider."
Şimdi bu lafın "Ya sev ya terk et" cümlesi ile uzaktan yakından ne alakası vardır?
"Ya sev ya terk et" cümlesi muhakkak ki yanlış bir cümledir.
Zira demokratik bir ülkede yaşıyorsak bir insan yaşadığı devleti sevmek zorunda değildir, yeter ki bu sevgisizliğini "şiddet" yoluyla fâş etmemiş olsun..
Adam milleti seviyordur ama devleti sevmiyordur.
Kaldı ki devleti rant aracı olarak gördüğü için bu devleti acayip derecede seven adamlar da görülmemiş ya da duyulmamış değildir!
Bir gün Yüksekova'da, bir gün Tunceli'de hem de terörün arttığı bir dönemde ve hem de tüm tehditlere rağmen buralara giden bir başbakan Kürtleri karşısına niye alsın ki..
Başbakan'ın kastetmediği sözleri "Ya sev ya terk et" noktasına getirip alabora etmek ne kadar ahlakidir?
Aynı yaklaşım geçen yıl bazı muhafazakar gazetelerde de yer almıştı.
Deniz Baykal Niğde Ulukışla'daki bir seçim konuşmasında "Ulukışlalılar siz ne yapacağınızı iyi bilirsiniz" demişti.
Ama bazı muhafazakar gazeteler kalkıp Baykal'ın lafını ters yüz ederek "Baykal Ulukışla'da kışlayı göreve çağırdı" diye yazabilmişti.
Neticede altı yıldır başbakanlık yapan Erdoğan bir cümle sarf ederken ortada ne kadar "artniyetli" kişiler olduğunu düşünmeli ve bu cümlelerin kimler tarafından nereye "lastik" gibi uzatılacağını öngörebilmeliydi.
Çünkü ortalık, çarpıtılan cümleleri lastik haline getiren ve o lastiği de "sapan" yapıp kafa göz yaranlardan geçilmiyor!
DÜZELTME VE ÖZÜR:
Bir önceki yazımda Taraf yazarı Alper Görmüş'ün bir yazısına eleştiri getirmiştim. Görmüş 4 Kasım'daki yazısında demişti ki: "Olgunlaşmış bir iddia olarak PKK-Ergenekon bağlantısını irdelemek gazetecilerin de görevidir."
Ben de bunun üzerine 5 Kasım'daki yazımda özetle şunları yazmıştım: "Görmüş, yazısının başlığına 'olgunlaşmış' sözcüğünü koyduğuna göre demek ki PKK ve Ergenekon arasında bir bağlantı olduğuna 'kesinlikle' inanıyor. Bu Ergenekon sanıklarını köşelerde mahkum etmekten başka bir şey değildir. Zira dava hala devam ediyor.."
Fakat bir arkadaşımın nazik uyarısı üzerine Görmüş'ün yazısını bir kez daha okudum. Okuyunca, acayip derecede mahcubiyet hissettim. Çünkü Görmüş'e talkım verirken yuttuğum salkımların farkına bile varmamışım.
Yani Görmüş'e "Siz birilerini nasıl olur da köşenizde mahkum edersiniz.." derken aslında ben köşemde Görmüş'ü mahkum etmişim.
Gerçi ben PKK ile Ergenekon arasında bir bağlantı olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Alper Görmüş ise yazısında "PKK-Ergenekon" arasındaki bağlantı olgunlaştı, kesinleşti.." demiyor.
Ya ne diyor? "PKK-Ergenekon arasında bağlantı olduğuna dair olgunlaşmış İDDİALAR var.." diyor.
Demek ki bir iddia olgunlaşmış ise, bu onun tek başına "kesinlik" taşıdığını göstermiyor.
İşte bu aradaki farkı "olgunlaştıramadığım" için, hiç hak etmediği halde Alper Görmüş'e söylemediği sözleri atfetmiş oldum. Kendisinden samimiyetle özür diliyorum.
Bu özür yazısını bu kadar uzun tutmamın sebebi ise, bu yazının yukarıdaki ilk bölümde yazdığım yazıyla "bir bağlantısı" olduğu içindir.
Yani "Ben yaptım, siz yapmayın.. İnsanları söylemediği sözlerle peşin hükümle yargılamayın" demek içindir!