Barış Sürecinin Islamiligi
İslam hukukuna göre barış esas savaş arizidir. Dolayısıyla savaş hukukunun felsefesinde taraflar arasındaki anlaşmazlığı gidermek ve sulhu sağlamak vardır. Zaten müslüman Yaradan ve yaradılan ile barış halinde olan kimseye denir. Cihad, bu barışı teessüs etmek için gösterilen himmetli bir çabadır.
İslam hukukunun temelini Kur’an oluşturur. Kur’an şöyle der : “Ama eğer onlar barıştan yana eğilim gösterirlerse, sen de barıştan yana ol ve Allaha güven: çünkü O, gerçekten her şeyi işiten, her şeyin aslını bilendir! (Enfal:8:61)Bu ayet devlerarasi hukuk’un temel ahlaki kriterlerine dair önemli bir esastır.Şayet çatışma halinde olduğumuz devlet yada grup barış teklifiyle gelirlerse Kur’ana iman edenlerin ve Allaha tevekkül edenlerin bu teklifi görmezlikten gelmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
İslam hukukunda asilik ve serkeşlik yapanlara “Bagi” denir. Bu kimseleri barış yapmak istedikleri takdirde muhatap almamak gibi bir durum söz konusu olmaz. Şayet barış yapmak isterlerse bunlara Mu‟âhid denir.Onlar İslam hukuku terminolojisinde “eman” eden kimseler olmuşlardır. Sadece antlaşmalarda riayet edilmesi gereken ilkeler vardır. Bunlar, ahlâkîlik, hukukîlik, eşitlik, ahde vefa ve adalet gibi ilkelerdir.Şayet bu ilkelere riayet gösterirlerse onlarla müzakere yoluna gidilir.Zira İslam’in kutsal metni vahiy müslümanın yolunun af olduğunu söyler. “Af yolunu tut, iyiliği tavsiye et, cahillere aldırma.” (Araf:7:199)
İslam tarihine baktığımızda nebevi uygulamalarda esas olanın ‘af ve sulh’ olduğunu gozlemlemekteyiz. İslam hukukunda ötekiyle olan ilişkilerde Bedir Savası’nda ele geçirilen esirlere yapılan muameleler, Yahudilerle olan ilişkiler, Kureyş’e karşı gösterilen yumuşak tutum ve Ehl-i Kitap’a karşı sergilenen sürekli müsamaha örnekleriyle Hz. Peygamber’in (SAV) ötekine yönelik siyasi yaklaşımının tabiatına dair bize fikir vermektedir.Dolayısıyla barış isteyenle barış yapmak İslam hukuku’nun tabiatı içinde vardır.
İslam tarihçisi Hamidullah müslümanların tarihi birikimlerinden yola çıkarak “İslam diplomasinin hedefi, muhatapla olan ilişkilerin barış yolu ile halledilmesi ve muhataplar arasında bir uyumun tesis edilmesidir” der. Muhataplar arasında meydana gelecek anlaşmazlıkların niteliği ise önemli değildir. Anlaşmazlık durumunda, elçiler aracılığıyla karşılıklı müzakereler yürütülür; üçüncü tarafların katkısıyla uzlaştırma ve arabuluculuk faaliyetleri yapılabilir ve son olarak taraflar arasında bir hakem tayin edilerek hakem usulü yoluna başvurulabilir.
Şayet taraflar arasında antlaşma sağlandıktan sonra karşı taraf ahlakilik,hukukilik ve ahde vefa gibi ölçülere riayet etmezlerse bu durumda onlara ‘tehcir’ yasası uygulanır. Bilindiği gibi Hz Peygamber, Medinede yaşayan Yahudilerle bir ittifak sözleşmesi yapmıştı. Bedir savaşının ardından Medinedeki Yahudiler ile Müslümanlar arasında ittifak sözleşmesi yapılmış ve aradaki ilişkiler düzelmişti. Ancak Uhud savaşında müslümanlar mağlup olunca Beni Nadr Yahudilerinin tavırları değişti. Bu sefer ittifak sözleşmesine aykırı bazı hareketlerde bulundular. Dolayısıyla Hz Peygamber(sav) onlar için iki seçenek sundu. Ya yenilenin herşeyini kaybettiği savaş veya servetleriyle birlikte Medineyi terk. işte İslam hukukunda buna ‘tehcir’ yasası denir. Şayet barış yaptıktan sonra antlaşmaya ihanet ederlerse ve ahde vefa gostermezlerse uygulanacak müeyyide ‘tehcir’ dir. Kur’an bu bağlamda şöyle der : “Üstün durumda iken gevşeyip de barışa talip olmayın. Allah sizinle beraberdir ve emeklerinizi boşa çıkarmayacaktır.” (Muhammed:47:35)
Hugo Grotious literatürde Uluslararası hukukun babası ve aynı zamanda teolog olarak bilinir.Kendisi uluslararası hukukun kaynağının Batı olmadığını açıkça ifade eder. İslam’in Devletler Arası Hukuku çalışmasıyla Ebu Hanife’nin meşhur talebesi Muhammed Hasen es Seybani’nin “Siyer-İ Kebir” isimli eseri bizim için Devletler arası Hukuk anlamında ana kaynaklardan birisidir.Onun içindir ki müslüman hukuksuz olmaz ve her yapacağı işin mutlaka İslami referansa dayanan bir tarafı vardır.
Kur’anin dilinde bizim için en güzel örnek Allah’in resulü Muhammed (sav) dir. Yemame kralı Sumame bin Usal ile Allah resulü arasında geçen münasebet bize bugünkü barış sürecini anlamak bağlamında fikir verecektir.
Yemame kralı Sumame bin Usal, İslama ve peygambere düşmanlığıyla tanınan bir isimdi. Mekke döneminde Allah resulunu görmüş ve onu tahkir ederek onurunu kırmıştı. Yıllar sonra müslümanlar Medineye hicret ettiler ve Medinede hicretin altıncı senesinde Yemame ile olan çatışmada onu esir ettiler.
Sumame bin Usal asla kininden ve düşmanlığından vazgeçmedi. Allah resulü esir olan Sumame'yi ziyaret ediyor ve o asla barışa yanaşmıyordu. Hatta Allah resuluna hakaret ediyordu. En güvenli yer olan mescidin orta yerine bağlanmıştı.Ne istediyse kendisine temin edildi.Hatta kendisine çok iyi bakılıyor oluşu sahabe arasında şikâyete neden olmuştu.
Birgün Allah resulü esir olan Sumame bin Usal’e “ Benim yerimde sen olsaydın ne yapardın ?” diye sordu. Sumame bin Usal, Allah resulü(sav) gibi şefkatli olmayacağını söyleyerek onu öldüreceğini ifade etti. Allah resulü(sav) etrafındakilere Sumame’yi özgür birakin” talimatını verdi. Sumame şaşırdı ve oradan ayrıldı.
Sûmâme bırakılıp, serbest kalınca, hemen mescidin yakınında bulunan bir suya gitti. Gusledip, sonra mescide girdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” (Ben şehâdet ederim ki, Allah’dan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’ın resûlüdür) dedi.
Peşinden şunları söyledi Sumame: “Vallahi, akşamleyin, yanına geldiğim zaman, bana senin yüzünden daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin yüzün bana, yüzlerin en sevimlisi oldu. Vallahi, yine akşamleyin, senin memleketinden nefret ettiğim kadar, hiçbir yerden nefret etmemiştim. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dinin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur. Akşam olunca, Sümâme’ye (r.a.) yiyecek getirdiler. Az bir şey yiyebildi. Getirilen deve sütünden biraz içti. Karnını şişirecek şekilde fazla birşey yemedi. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) onun bu hâline taaccüp ettiler (şaşırdılar). Peygamber efendimiz (s.a.v.), hayret edilmemesini, onun şimdi, müslüman olduğunu, müslümanın yiyeceği ölçüde yediğini beyan buyurdular.
Sumame ondan sonraki hayatında Allah resuluna ve İslama yürek veren sadık bir sahabi oldu. Hatta müşriklerin yaşadığı Mekke’ye erzak yardımını kesti. Müşrik heyet düşmanlık yaptıkları Allah resulu’ndan yardım isteyince Allah resulü(sav) Sumame’ye mektup göndererek onların aç kalmaması gerektigini ifade ederek Sumame’ye Mekkeye yiyecek ve erzak yardımını kesmemesi gerektiğini ifade etti.O artık safını bulmuştu. Senelerce Allah resulüne karşı olsada affedicilik onun o kaskatı yureginde bir ihtilal meydana getirmişti.
Abdullah Ocalan , 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde; Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin bir kısım toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan ve daha sonra AB ve ABD'nin terör örgütleri listesinde yer alacak .PKK adlı örgütü kurdu. Kısa bir süre sonra Suriye'ye geçen Abdullah Öcalan, örgütün eylemlerini buradan yönetmeye başladı.
15 Mayıs 1996 tarihinde PKK 6. kongresinde militanları intihar eylemlerine teşvik etmek için "ne kadar eylem, o kadar propaganda, ajitasyon; ne kadar eylem o kadar otorite" açıklamasını yaptı.
Ancak bu açıklamadan üç yıl sonra 19 Şubat 1999 yılında yetkilelerce yakalandı ve TR’ye esir olarak teslim edildi.. imralı adasında hapsedildi. Kendisine yıllarca güzel muamele edildi. Şimdi ise onun taraftarlarıyla yapılması beklenen bir barıştan bahsediliyor. Kan akmaması için ve gençlerin birbirlerini katletmemesi için.
Elbette ki Sumame örneğiyle Öcalan misali arasında farklılıklar yok değil. Ancak bir otoritenin kendisinden nefret eden bir ‘bagi’ ye nasıl davranması gerektigne dair önemli bir bakış acısı sunar bize Sumame bin Usal örneği.
Allah resulü(sav) Sumame bin Usali serbest bıraktığında belkide Yemame Krallligindaki onu sevenlerin yüreklerinde bir sevgi ve hoşgörü iklimi oluşmasını hedefliyordu.
Gençliğinde bir kaç yıl Risale-i Nur okuyanlarla bulunmuş Öcalan şimdi herhangi bir dine inanmayan ve sosyalist ve nasyonalist çizgide olsada kalplerin sahibi Allah ise ve biz vahyin ışığı ve Allah resulu’nun takip ettiği affedicilik yolunu bugünün şartları içinde uyguluyorsak onun veya onu takip eden insanların yüreğinin İslam kardeşliğine inkılab etmeyeceğini kim iddia edebilir?
Unutmamak gerekir ki insan-Allah ilişkisindeki anahtar kavram olan tevhidin sosyal hayatımızdaki karşılığı vahdettir. Referansımız Kur’an ve sünnet olduğu müddetçe ümitvar olmalıyız ki su istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve en gür sada İslam’ın sadası olacaktır.
Dua tadında bir dörtlükle noktalayayım.
Bir dağ ne kadar yüce olsa
Dağ kenarı yol olur
Buna bayram gün derler
Dostla düşman bir olur