Kur’an, herhangi bir yoruma veya insanların şahsî görüşlerine yer bırakmayacak şekilde, açık ve net olarak, istişareyi Müslümanların zaruri vasfı olarak zikretmiş ve onun, hayatın bütün safhalarında vazgeçilmez bir kural olarak uygulanmasını biz Müslümanlardan kesin olarak istemiştir.
Kur’an’da Şûra suresinde bu konu ile ilgili çok dikkat çekici bir ayet-i kerime vardır: “Onlar öyle kimselerdir ki, Rablerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar, onların işleri kendi aralarında şûra iledir. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” Bu ayet bizlere istişareye ne kadar çok önem vermemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü istişareyi namaz ve infakla birlikte anmak suretiyle onun, Müslümanlar için en hayatî özelliklerden birisi olduğuna işaret etmiş, ayrıca istişarenin ibadet ölçüsünde değerlendirilmesi gerektiğini açıkça belirtmiştir.
Hayatımızın dönüm noktası diyebileceğimiz kararları verirken, istişare eden insanların yanılma payı etmeyenlere göre çok daha düşüktür. İstişarede bereket vardır. İstişare edilerek alınan kararın bir müddet sonra yanlışlığı ortaya çıksa bile ortak aklın sonucu hareket edildiği için kendi içinde yine de bir bereket barındırır diye düşünüyorum.
İstişarenin önemini bilmeyen yoktur. Fakat asıl üzerinde durulması gereken hususlardan bir tanesi de, istişare ettiğimiz kişilerin olayları değerlendirirken sergilediği tavır, konu hakkındaki derin bilgisinin yeterli olup olmadığıdır. İstişare edilen kişi, karşısındaki muhatabının kendisinden ne istediğini feraseti ile sezebilmelidir. Ayrıca soru soranın sıkıntılarını görebilecek ve o soruyu niçin sorduğunu anlayabilecek hikmete de sahip olmalıdır. Yoksa doğru cevap vereyim derken, söylediği yanlış bir cümle bir insanın hayatını karartmaya yetebilir.
İstişare, birlikte hayat sürdürdüğümüz ailemiz başta olmak üzere, çalışma arkadaşlarımız arasında da çok önemli bir yer tutmuyorsa, yanlış anlaşılmaların, boş yere kalp kırmaların önüne geçemeyiz.
Son olarak istişare ile birlikte, en yakınımızda bulunan insanlara verdiğimiz öğütlerin, hayatımızı ne kadar derinden etkileyebileceğini hatırlatmak isterim.
Kıssadan hisse misali şu örneği iyi düşünmeliyiz.
Profesör, elinde, içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
“Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?” diye sordu.
Öğrenciler, ’50 gr! 100 gr! 125 gr cevabını verdiler.
“Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem” dedi profesör ve devam etti:
“Ama benim sorum şu: Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?”
- Hiçbir şey
- Tamam, peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?
- Kolunuz ağrımaya başlardı.
- Haklısın; peki ya 1 gün boyunca tutsam ne olur?
- Kolunuz iyice ağrır, adaleniz spazm yapar, belki de çözüm bulmak için hastaneye gitmek zorunda kalırsınız.
Sorularına cevap alan profesör, can alıcı noktaya temas etti:
- Peki, tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme ortaya çıktı mı?
Öğrenciler bir ağızdan cevapladılar:
“Hayır.”
- Peki, o takdirde, zaman içinde kolun ağrımasına ve kas spazmına yol açan olay neydi?
Profesör ikinci bir soru daha sordu:
- Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?
- Bardağı bırakırsanız, rahatlarsınız.
Profesör beklediği cevabı almıştı.
Öğrencilerini kutladı ve bütün bu soruları sormasına sebep olan açıklamayı yaptı:
“Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsan, bir sorun yaratmaz. Uzun bir süre düşünürsen, başın ağrımaya başlar. Ama hiç aklından çıkarmazsan, artık başka bir şey düşünemez hale gelirsin; bu seni bitirir. Elbette hayatınızdaki sorunları düşüneceksiniz; halletmeye çalışacaksınız. Ama en önemlisi, onları, her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır. Bu şekilde strese girmez ve sabah taze bir beyinle uyanırsınız.
Bizler de hem kendimizin, hem sevdiklerimizin, hem de birlikte çalıştığımız ve kader birliği yaptığımız dostlarımızın yeni sorunlarla mücadele azmini kazanması için, sık sık şu tavsiyede bulunmalıyız:
“Bardağı yere bırak.” Dostum bir adım ötesini de söylüyorum: Bardağı yere bırak, sen dinleninceye kadar gerekirse o bardağı ben tutarım…