2005 yılında Deniz Feneri Derneği Erzurum gönüllülerinden genel merkeze bir teklif ulaştı: “23 Nisan vesilesi ile 300 çocuğa giyim yardımı yapalım, onlara Devlet Tiyatroları Erzurum Sahnesinde bir çocuk oyunu izletelim, her bir çocuk ile güzel bir öğle yemeği yiyelim.”
Teklif çok güzeldi, derhal kabul edildi. Gönüllülerin sözcüsü Erhan Alagöz mutluluktan uçuyordu adeta. 300 öğrencinin yaşayacağı sevincin onun sesine yansıyan neşeden anlamak mümkündü. Deniz Feneri’nin Doğu Anadolu Temsilciliği o tarihlerde henüz bulunmadığı için, derneğin Erzurum’da bir lojistik merkezi de yoktu. 300 çocuk için giyim malzemesi hazırlıkları İstanbul’da yapıldı. 23 Nisan öncesinde her çocuğa özel hazırlanmış ve üzerlerinde her çocuğun adının tek tek yazılı olduğu paketler Erzurum’a ulaştırılmıştı. İstanbul’da da genel merkez önünde 1001 Çocuk 1001 Dilek projesi kapsamında 23 Nisan şenliği yapılacak ve Deniz Feneri programında canlı olarak yayınlanacaktı. Şenlik günü Erzurum’a giderek 300 çocuğun sevincine gönüllülerimizle birlikte ortak olma görevi bana verildi. Canıma minnetti. Erzurum’u severim. Erzurumluları severim. Çocuklarla birlikte olma mutluluğu da cabası idi. O gün geldi. Önce çocuklarla birlikte Aziz Nesin’in “Pırtlatan Bal” isimli oyununu seyrettik. Oyunun çocuklara çok güzel mesajlar veren, faizciliği, tefeciliği yerden yere vuran, yoksul çocukları bayramlarda, özel günlerde ve her daim görüp gözetmeyi öğütleyen güzel bir eser olduğunu fark etim. Öksüz, yetim ve yoksul çocukları yeni kıyafetlerle sevindirmeyi, açları doyurmayı varlıklı insanlara hatırlatan oyunun yazarının Aziz Nesin olması gönüllülerimizin kısa bir süre tereddüt yaşamasına neden olmuş. Oyunun içeriğinden haberdar olmadıkları için yaşadıkları bu kısa tereddüdün yersizliğini, onların anlaması da uzun sürmedi, oyunu çocuklarla birlikte izlediğimde ben de hemen anladım. Hatta oyun bitiminde, “Aziz Nesin’e Deniz Feneri tarafında özel sipariş verilmişçesine isabetli bir konu olmuş. Bu bir tevafuk!” dedim gönüllülerimize. Bu bir tevafuk idi. Zira hangi oyunun hangi tarihte hangi sahnede oynanacağının kararı aylar öncesinde, sezon başında veriliyordu. Aziz Nesin hayatta olsa idi, bir grup Erzurumlu çocuğun sevinmesinden ve hayatın önemli gerçeklerine dair bir şeyler öğrenmesinden ötürü çok mutlu olurdu. Bu sabah, aşağıdaki Deniz Feneri hikâyesini okuyunca yukardaki satırları paylaşma ve başta Sevgili Erhan Alagöz olmak üzere bütün Erzurum gönüllülerimizi, Türkiye’nin dört bir yanında destansı çalışmalara imza atan Deniz Feneri’nin “isimsiz kahramanları”nı hayırla anıyor, hepsine teşekkür ediyorum. Hepsinden Allah razı olsun. İyi ki varlar. Şimdi Ayşe Tülay Özkan imzalı “Bu Senin Abla” isimli hikâyeyi birlikte okuyabiliriz. Ayşe Tülay Hanıma iyiliklerle dolu, uzun bir ömür ve mutlu bir yuva dileklerimizle.. Ormanın içinde derme çatma bir ev. Evde, bizi bir bacağını geçirdiği trafik kazasında kaybetmiş bir baba, ormandan topladığı otları pazarda satan emektar bir anne, maddi imkânsızlıklar yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmış on beş yaşında genç bir kız ve yaz kış demeden yirmi dakika yol giderek okumaya çalışan Salih adında bir ilköğretim öğrencisi karşıladı.
Salih ve ailesiyle nisan ayında tanıştık. Annesi evlerinin yakınındaki küçücük bahçede yetiştirdiği sebzeleri, ormandan topladığı otları satmak için pazara gidiyordu. Yine böyle zor bir günün ardından bir akrabamız aracılığıyla evimize gelmişti. Akrabalarımız içeri girdiği halde o bir türlü girmek istemiyordu. Kapıda bekleyebileceğini söylüyordu. Israrlarımız sonunda anladık sıkıntısını. Bu çilekeş kadın pazarda çalışırken gün boyu ıslanmıştı. Öyle utangaç ve mahcuptu ki, ıslanan kıyafetleri yüzünden rahatsızlık vermek istemiyordu. Biraz sitemin ardından kendisini içeri girmesi için ikna ettik. Elini yüzünü yıkadıktan ve ıslanmamak için kazağının içinden vücuduna sardığı naylon poşetleri çıkardıktan sonra birlikte yemek yedik ve sohbete başladık. Benim Deniz Feneri Derneği'nde çalıştığımı öğrenince utana sıkıla oğlunun bir mektup yazdığını, ancak derneğe ulaşmaz endişesiyle göndermediklerini anlattı. Kendilerine onlar adına, mektubu ilgili arkadaşlarıma ileteceğimi söyledim.
Tam bu sırada, Deniz Feneri Derneği "1001 Çocuk 1001 Dilek' 05 Projesi"ni hayata geçirmişti. Projeyle ülkemizin dört bir yanındaki muhtaç çocuklarımızın hayallerini gerçekleştiriyorduk. Çocuklarımızın bazıları kıyafet isterken, bazıları oyuncak, bazıları da kitap istiyordu. Her biri küçücük omuzlarında hayatın bir yükünü taşıyordu. Her birinin mektubunu teker teker okuyor, hayallerine bir adım daha yaklaşmaları için elimizden geleni yapıyorduk. Salih'in mektubunu da diğer kardeşlerinin mektuplarının arasına aldık. Onun mektubuna sıra geldiğinde her birimiz adeta yerimizde donduk kaldık. Mektubundaki şu satırlar yüreğimize kurşun gibi ağır bir hüzün salıvermişti;
"Uğur Amca ben kendim için bir şey istemiyorum. Sadece babamın kendi ayakları üzerinde durması için protez ayak takılmasını ve evimizin ihtiyaçlarını giderebilmesi için anneme bir inek alınmasını istiyorum."
Bu satırlardan sonra daha ne söylenebilirdi ki? Projemizin en ilginç dileği bu olsa gerekti. Hemen Salih'in hikâyesini ve dileğini sitemize koyduk. Salih'in hikâyesi aynı zamanda Vatan Gazetesi'nde de yer aldı. Salih, Vatan Gazetesi muhabirine "Diğer çocuklar gibi ben de bilgisayar isterdim, ama bilgisayar karın doyurmuyor ki!" demişti. Bu büyümüş de küçülmüş ve hayatın zorluklarıyla başa çıkmaya çalışan çocuk, sözleriyle hepimize hayat dersleri veriyordu adeta...
Aradan bir iki gün geçmeden gelen bir telefon hepimizi sevince boğdu, ismini vermek istemeyen bir bağışçımız çiftliğinde bulunan ineklerden iki tanesini Salih'e hediye etmek istiyordu. Hemen gerekli hazırlıkları yaptık. Salih'in dileği olan ineklerin yanında, tavuk ve birkaç koyun da hediye edilmişti. Biz de heyecanla bir an önce bu "hayat" dolu hediyeleri kendisine ulaştırdık.
Kendisi için sitemizde toplanan parayı da babasının ayağına protez yapılması için kullanacağımız müjdesini verdik.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Salih'i yeniden ziyaret ettim. Mutluluğunu görmek, başka ihtiyaçları varsa onları da karşılamak istiyordum. Salih her zamanki sakin ve mütevekkil haliyle karşıladı beni. Ama bu defa bir heyecan vardı üzerinde. Bir şey söylemek istiyor, derin derin gözlerimin içine bakıyordu. Sonunda elinde süt dolu iki pet şişeyle yanıma geldi. Ardı ardına sıraladığı üç kelime adeta içime işledi; "Bu senin abla..."
Ne olduğunu anlayamadım o an. Bu sütlerle geçimlerini sağladıklarını, kabul edemeyeceğimi söyledim ama Salih öylesine bir çocuktu ki bunların hiç birini kabul etmedi. Bizim için hazırladığı sütü dernekteki arkadaşlarımla paylaşma sözünü vererek kabul ettim. Geri dönerken Salih'in sesi hala kulaklarımdaydı; "Bu senin abla..."