Türkiye'de eleştiri geleneği olmadığından yakınır dururuz da neden eleştiri geleneği olmadığını bir türlü konuşamayız hakkıyla.
Türkiye'de eleştiri geleneğinin varolamamasının nedeni, eleştirecek, eleştirmeye, tartışmaya, açımlamaya, eleştirilen şeyi negatif veya pozitif şekillerde çoğaltmaya ve azaltmaya değebilecek çapta, nitelikte, derinlikte ve en önemlisi de samimiyette bir kültürün, bir sanat, edebiyat ve fikir dünyasının var olmamasıdır.
Ortada ciddiye alınacak bir şey olsa, o şey, kendisini konuşturtur zaten. Çığır açacak, dalga kıracak ve dalga kuracak ölçekte ciddiye alınacak bir şey ortaya koyabildiğimizi söyleyebilir miyiz herhangi bir alanda? Fikir alanında, edebiyat, müzik veya sinemada, sözgelişi...
Dünyaya herhangi alanda -meselâ, "şiir yazmayı Türklerden öğrenmeliyiz" dedirtebilecek- canlı, yaşayan bir geleneğimiz var mı? Yunus, Mevlânâ, Fuzûlî, Şeyh Galip gibi kurucu dehâlarımızın dışında bizim dünya şiirinin gökkubbesinin oluşmasında, dünyaya şiirin ruh gramerini, ses düzenini, algı dünyasını, estetik beğenisini bir şekilde yeniden belirlediğimiz, tanımladığımız bir şiir geleneğinin canlı, övünülesi, eli öpülesi çocuklarıyız, diyebilecek bir yerde mi duruyoruz dünya şiir haritasında?
Sadece şiirden bu kadarcık bir örnekle yetiniyorum. Fikir'e, sanat'a, sanatın, edebiyatın diğer türlerine girmenin anlamı yok burada.
Ortada dişe dokunur bir birikim olsa, elbette güçlü bir eleştiri dili, yöntemleri, birikimi vesaire de gelişir/di kendiliğinden...
Böyle bir ortamda bir eleştiri dergisinden, kitap eleştirisi dergisinden sözetmek nasıl bir şey veya ne tür şeyler çağrıştırır size, bilemem; ama ortada iyi niyetle kotarılan, içtenlikle, heyecanla, coşkuyla çıkarılan ve şimdiye kadar yayımlanan kitap eleştirisi dergilerinin en iyilerinden biri olarak görülmesi gereken bir dergi varsa, ben orada bu heyecanı paylaşmadan duramam sessizce ve bön bön oturamam açıkçası...
Ayraç dergisinden sözediyorum, tahmin edebileceğiniz gibi.
Şahsen benim kitap eleştiri dergisi algım, New York'ta iki haftada bir yayımlanan New York Review of Books, haftalık olarak Londra'da yayımlanan TLS ve yine Londra'da aylık olarak yayımlanan London Review of Books dergileri tarafından şekillendirildi belirgin olarak: Bu üç dergi de tabloid olarak yayımlanıyor ve ben bildiğimiz dergi formatında kitap dergisi yayımlanabileceğini düşünemiyorum. En çok okuduğum ve aksatmadan hâlâ takip ettiğim dergiler arasında yer aldığı için bu kitap dergileri, Türkiye'de sözünü ettiğim ilk iki derginin "konsept" olarak harmanlanması gibi gözüken o güzelim Virgül dergisi bile tam olarak sarmamıştı beni.
Ayraç, ilk bakışta, formatı ve zaman zaman içeriğinden ötürü biraz Virgül'den esintiler taşıyor; ama yine de Ayraç'ı daha samimi, daha sevimli buluyorum ben. Ayraç'ın her sayısının kan ter içinde, büyük heyecanla, zevkle ve her bir sayfaya sindiğini hissettiğim her türlü saygısı hak eden bir emekle hazırlandığı gibi bir izlenime sahibim.
Bunda Ayraç'ı, maddî, manevî ve münhasıran da tasarım katkısıyla yayımlayan sevgili Sezer Erdoğan kardeşimi ve yılmak, yorulmak, bıkmak nedir bilmeden çalışan, koşuşturan, sabahlara kadar okuyup-yazan Yunus Emre Tozal kardeşimi ve çalışmalarını biraz yakından tanıyor olmamın da payı var elbette.
Ayraç, kitap eleştirisi alanında şimdiden bir yer edinmeyi ve adıyla müsemma bir şekilde bir ayraç olmayı başardı: Zaman zaman zayıf yazılara ve dosyalara rastlasam da, genelde dolu, heyecan verici makaleler dikkat çekiyor; böyle giderse, yeni sayıyı iple çektirten bir tiryakilik oluşturabilecek gibi okuyucuda.
Bunun temel iki nedeni var kanımca: Birincisi, emek mahsulü ve özgün yazıların her zaman dikkat çekiyor olması. İkincisi de yazar profilinin sürekli değişiyor, gelişiyor, zenginleşiyor olması.
Son sayısı postmodern düşüncenin kurucu-babalarının kitaplarının ve fikirlerinin işlendiği hacimli bir dosya yayımlanmış. Dosyada Derrida, Foucault, Deleuze üzerine yazılar var. Enver Gülşen'in Deleuze metni nefis. Wittgenstein niye var da, Nietzsche neden yok dosyada, doğrusu pek anlayamadım.