AYDIN VE HAKiKAT

xxx431

Aydının toplumsalda kimseden “cevap alamadığı”, bu nedenle bilgi ile uğraşısını askıya aldığı, gazete- dergilerde pek çok kez karşımıza çıkabiliyor. Yazılarını bir aks-i seda için kaleme alan pek çok kişi tarihin yürüyüşünü çeviren bir metni oluşturduğu inancı ile davranıyor. Okuyucu denilen “meçhûl” ses çıkarmadıkça, anlaşılmadığını, muhatap bulamadığını tahayyül eden yazar ne kadar çaresizdir. Yazar denilen adam, kendi şahsi problemleri yanında bir de geçmişin algı ve bilgi düzeyini de içselleştirmeye çalışan, emeğini- servetini kitaplara/ fikre harcayan ve bu yolda eğlencesinden, aile yaşantısından, refahından feragat eden, hatta başka ve baskın fikirler tarafından hırpalanan çilekeştir.

Yazar denilen adam, uğraşısını toplumsal herc u mercin dışında inşa ettiği gibi, uğraşının muhteviyatını da toplumsal algılamanın kabul edemeyeceği bir aşkınlık ve dil boyutunda kurmaktadır. Dolayısıyla “anlaşılmama” psikozu, hem hayatın kullanılış biçimi, hem de onu kullanırken geliştirilmiş tanımlama, kavramsallaştırma biçimi nedeniyle çift katmanlı “yabancılık tabakası” şeklinde ortaya çıkar. Kitaplara döktüğü paraları biriktirse belki araba alabilecek bir adamın, evine ekmek yerine kitap getirerek toplumsal algılamada akıl- dışı faaliyetler bakımından örnek teşkil edeceği teslim edilmelidir. Keşişçesine sürdürülen yaşamın bilgi arttıkça toplumdan uzaklaşmayı derinleştirmesi, yani yazarın toplumla çelişkisi büyüdükçe bilginin çoğalması, akıl- dışılığın kaçınılmaz bir boyutu sayılmalıdır. Akıl- dışıdır, çünkü bilgi çoğaldıkça, bilgileri konuşup paylaşacak, giderek bilgiyi aktarmak bakımından ahlâkî vukufiyete haiz insanı bulmak zorlaşacaktır. Akıl dışıdır, çünkü seni sana bir kez verilen bu hayatın maddi zevk ve nimetlerini sarf etmek imkanından mahrum kılıyor. Bilgi, aydın- yazarı çift katmanlı yabancılaşmaya batırmaktadır.

Ancak tam da bu noktada aslında akıl- dışı olanın yazarın toplumsal bütünden bilgiyle kopması olmadığı söylenmelidir. Adorno’nun “Kierkegaard’ın kendi içine çekilerek bolluğu orada araması” diye nitelendirdiği şey, yazarın “bilmek” ile ilşkisini açıklıyor. “Sahiciliğin rahipleri, aşkın ilksel biçimi olan bu türden davranışlarda, tahakküm düzeninini sarsabilecek ütopyanın kokusunu alırlar” (ADORNO, 1998: 159). Yazarın böyle bir seyr içinde bilgiyi emmekten başka hiçbir alternatifi kalmıyor. Bebeğin kendisine lazım olan besini anasının memesinden emmesindeki “tanrısallık”, bilgi ile aydın arasında tesis ediliyor. Anne sütü, muhteviyatı açısından “ilahi bir vergi- bağış” olarak yalnızca o bebeğe has geliyor, besliyor, doyuruyor, ısıtıyor, seviyor, bilgilendiriyor. Eğer anne hile yapmıyorsa, bala batırılmış yalancı emzik vermemişse, anneden gelen ama annenin bilmediği, sadece bebeğin “bildiği” ve onunla “bolluğa ulaştığı” bir tanrısal bağış var. Aydın, işte içinde yaşadığı toplumla ve o toplum sayesinde edindikleriyle tıpkı bu bebek gibidir. Körcesine ya da çaresiz denilen bu mahlûk, anne tarafından yapılamayan “ilahi bir mektupla” kozmosun derinlikleriyle bağlanmaktadır. Sartre, ne kadar bağırsa da bu süt varoluşumdan önce bir “insanlık özü”nün kanıtıdır. İnsan doğasını seçemiyor, kendisi için yaratılmış bir doğadan besleniyor. Bebek, “ilahi bağış”ı bulduğu yere kapanmakla “hakikate açılmış” oluyor. Üstelik anne ve biz o “hakikat”e vakıf değiliz. Orada ne gördüğümüzü hatırlamayız. Sartre, “varoluş özden önce gelir” demekle varoluşu yalnızca öz’den parçalamış olmamakta, aynı zamanda tarihi manada da varoluşu öz’den önceye çekmektedir. Varoluş görünendir, demektedir. Hakikati etkiye, eyleme indirgeyen Sartre varoluşçuluğunun başarıyı erdemden koparmasına boyun bükemeyiz.

“Varolmak tesir etmektir”, diyen politikacı, bir aydın değil. Ama o, kelimeler kullanıyor. Erdemin yerine geçen terör, düzenin yerine geçen isyan, dinin yerine geçen devrim, Müslüman adamın yeryüzü insanı için önereceği bir “hakikat” sayılamayacaktır. Peygamber (asv)’in en önemli eylemi “kendi içine çekilerek bolluğu orada aramak” ve bulduğu hakikat kelimelerini toplumun diline yerleştirmekti. Bu bir hakikat terennümü idi, kavga olmadı. Dil hakikatin çıktığı bir kainat sunmaktadır. Beni içinde yaşadığım toplumda farklı yapan “hakikat” ve “erdem” iken, onu Sartre’ın sıkıntısına çevirmem ahlâkî sayılmayacaktır. Musa konuşmaya geldiği zaman Firavun’un anlayacağı şeyler söylemişti ve eli beyazdı. Batı uygarlığıyla temasa geçen kültür, kendi benzeri ile kavgaya girişmekte. Bebek, yalancı emziğin şekerli tadında açlık ve aldanmışlığa uğruyor. Ağlamak, feryâd ve kavga ihtiyaçların benliği ezmesidir. Aydının akıl- dışılığı toplumun anlayamadığı hakikatle temasındandı. Çünkü aydın muhalif değil, hakikati yayandır. Aydının düşüncesi, insanlar arasında ihtilaflar üretmekle ilgi kuramaz. Nurettin Topçu, “Bilen kendi varlığından yukarılara tırmanan insandır” diyordu. Kaos varsa ortada, ister yöneten ve ister yönetilen olsun şunu söylüyorum, “Bugün geçmişin kendisidir ve bunda sen de suçlusun”. Aydın aramaktadır. Hakikati biz bulamayız, o ansızın ve yalnızca bize mahsus verilendir. Uzlet bundandır.

 

  • ADORNO Theodor W., Minima Moralia, Metis Yayınları, 1998