Bizim cumhuriyet tam anlamıyla “tersinden” kurulmuş bir cumhuriyetti.
Osmanlı’nın bir mezbelelik halinde bıraktığı Anadolu’da gelişme imkanı bulamamış köylü bir halk yaşıyordu.
Avrupa’yı görmüş “subaylarla” aydınlar, kendilerini bu “köylülerden” çok daha akıllı, bilgili ve çağdaş buluyorlardı.
Her ne kadar Atatürk “köylü efendimizdir” dese de köylülere “efendilik” vermeye pek niyetleri yoktu.
“Kutsal” olan Halife’den devraldıkları iktidarı meşrulaştırabilmek ve köylülere kabul ettirebilmek için “devleti” kutsallaştırdılar.
Halkın, halife olan padişaha gösterdiği “sadakati” yeni devlete göstermesini istediler.
Halkın “üstünde”, kutsal değerlere sahip, sorgulanamaz bir devletimiz oldu.
Devlet, halka hizmet etmeyecekti.
Halk, devlete hizmet edecekti.
Halk, devleti denetlemeyecekti.
Devlet, halkı denetleyecekti.
En önemli değer “sadakatti” ve halk devlete sadık olacaktı.
Sadakatin ölçüsü de “devlete gösterilen” itaatle, devletin hiçbir kararını ve eylemini sorgulamamakla belirleniyordu.
Devletin yaptıklarını sınırlayacak hukuksal bir alan yoktu, hukuk halkın yaptıklarını hatta düşündüklerini sınırlamak için kullanılıyordu.
Devletle halk arasındaki bu “çarpık” ilişki sorgulanmaya kalkışıldığında “silah” devreye giriyor ve sorgulayan cezalandırılıyordu.
“Parasını” devlet hazinesinden alan herkes bu “kutsal” kalkandan yararlanıyordu, hepsinin dokunulmazlığı vardı.
Parayı veren halkı koruyabilecek hiçbir şey yoktu.
Çok uzun yıllar devam etti bu düzen.
Bu düzenin çarpıklığı anlaşılmasın diye Türkiye’nin kapıları dünyaya kapalı tutuldu, halka kendi devletini başka devletlerle “kıyaslama” imkanı hiç verilmedi.
Daha sonra dünyanın ve çağın zorlamasıyla “çok partili” rejime geçtik.
Seçimler yapılıyordu ama devletin “kutsallığı” mıh gibi duruyordu.
Generaller, yargıçlar, bürokratlar kutsaldı.
Sorgulanamazlardı.
Halk, devletten bir talepte bulunamazdı.
Kürtün Kürt olması, dindarın dindar olması, solcunun solcu olması, Alevi’nin Alevi olması yasaktı, onların hepsi “kimliksiz” bir halkın “kişiliksiz” parçalarıydı.
Devlet, onların nasıl olmasını isterse, kim olmasını isterse öyle olacaklardı.
Böyle manasız ve çarpık bir yapı 15 milyonluk bir köylü toplumunda geçerli olabiliyordu.
Ama dünyayla birlikte Türkiye de değişti. Nüfusu büyüdü, ekonomisi büyüdü, bilinci gelişti, kuşkuları arttı, talepleri çoğaldı.
Şimdi, “tersinden” kurulmuş cumhuriyeti “ayaklarının” üstüne oturtmaya çalışıyoruz.
Askerleri artık halkın oyuyla seçilmiş siviller yönetiyor.
O sivillerin arkasında milyonlarca oy ve yüz milyarlarca dolarlık bir ekonomi var.
Eski cumhuriyetin adamları bu değişimi “kriz” sanıyor.
Bu kriz değil, normalleşme.
Kürtler, “özerk” yönetim talebinde bulunuyor ve bu talebi tartışmaya açıyor.
Eski cumhuriyet, bunu bir “başkaldırı” gibi görüyor.
Bu da bir normalleşme... Halkın bir kesiminin, tartışılması gereken, akla ve çağa uygun talebi.
Özerk yerel yönetimler talebini sadece Kürtler için de değil, bütün ülke için tartışabilmeliyiz, merkezi bir yönetimin mi yoksa özerk yapıların mı halkı daha zengin, daha mutlu yaşatacağını konuşmalı, ona göre karar vermeliyiz.
Bu talebin öncelikle Kürtler tarafından dile getirilmesi, onların cumhuriyetin en fazla ezilen kesimi olmasından kaynaklanıyor.
Anayasayı değiştirmek için referanduma gidiyoruz, bu da bir normalleşme... Devleti denetim altına alacak değişiklikler yapmak istiyoruz.
Halkın “nasıl” olması gerektiğine devletin karar verdiği bir ülkede, şimdi “devletin” nasıl olması gerektiğine halkın karar vereceği bir döneme giriyoruz.
Normali budur.
Öyle uzun süre “anormal” bir yapıyla yaşadık “normalleşme” bize kriz gibi gözüküyor.
Hiç merak etmeyin “kriz” geçirmiyoruz, cumhuriyeti ayaklarının üstüne oturtuyoruz, “kriz” diye bağıranlar kendilerini “baş” sanan ayaklar, yakında gerçeğe alışırlar.