Suça sahip çıkan olmazmış. Ama ben buldum: aşkımızı mankenler çaldı.
Bir alışveriş merkezine gidiyorsunuz. Sağınıza solunuza şöyle bir bakıyorsunuz. İç çamaşırıyla duran bir kadın var. Önce şaşırıyorsunuz. Bu da ne, diye. Bir heykeltıraşın tanrısının yontusunu yaparken gösterdiği özenle tasarlanmış fabrikasyon bir manken. Utanıyorsunuz. Başka tarafa çeviriyorsunuz başınızı. Orada da aynı özellikte bir erkek manken ilişiyor gözünüze. Sübhanallah, diyorsunuz şaşkınlık içinde. Başımıza taş yağacak, sözü dökülüyor dudaklarınızdan hafifçe. Oradaki insanlara bakıyorsunuz, onların tepkisi ne buna, diye. Hiç. Kocaman bir hiç. İnsan bir şeyi fazlaca gördü mü alışıyor demek ki, diye geçiriyorsunuz içinizden. Sonra? Sonrası malum: alışıyor sizin de gözünüz. Bu kadar mı? Hayır…
****
Akşam oluyor evin daimi misafirinin kumandasını alıyorsunuz elinize. Memlekette neler olmuş, nelerin olması planlanıyor faslındaki merakınızı giderebilmek için haberleri izliyorsunuz. Haber değeri olan her türlü siyasi, ahlaki, kültürel, ekonomik vb. haber geliyor ekrana. Az sonra sizin ya da aile fertlerinin vazgeçilmezini beklemeye başlıyorsunuz: dizi. Diziler, maalesef Brezilya dizilerini fersah fersah geride bırakmış. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Bu dizilerde 72 milyonun içinden seçilmiş, erotik beyinlilerin zevkine keder getirmeyecek güzellikte manken kızlar boy gösteriyor. Etekler kısa, gerdanlar ortada… Daha doğrusu gözükmeyen yeri kalmamış bedenleriyle hayatını kazandığını zanneden, ama nelerini kaybettiğinin farkında bile olmayan zavallı kızlar…
****
Şimdilerde aşk, bedenin bedene kavuşma arzusu olarak algılanıyor. Bunda baskın kültürün etkisi var. Oysa eskiden aşk; sevginin ötesindeki sevginin bir tezahürü olarak algılanırdı. Ve çok özeldi. Âşık sayısı da azdı. Bu aşkta beden geride kalırdı hep. Âşıklarda kavuşma arzusu kadar da kavuşmama isteği olurdu. Hep bir diyalektik içinde “git gel”ller yaşardı. Birçok âşıkta bu aşk, bir süre sonra aşkı, “aşk-ı ilahi”ye dönüşürdü.
Bu âşıkların aşkında az bir bilineni (saçının telini veya elindeki ya da parmağındaki güzelliği) düşünerek bilinmeyeni (yani bedenin diğer yerlerini) keşfetmeye çalışmadan oluşurdu. O az bilineni düşüne düşüne, hayal ede ede sevgilisini daima hatırında tutar, bir süre sonra da ona bağlanırdı. Bu bağlılık öyle bir aşamaya gelirdi ki içinde sevmekten öte duygular oluşur, yoğunlaşırdı.
Şimdi merak edecek kişi de, edilecek beden de kalmadı, canlı ve cansız mankenler sayesinde. O eski aşklar yeniden vücut bulur mu bilmem, ancak bildiğim bir şey var: bu kadar başkalaşmış, değerlerini “yok” ile takas etmiş 21. yüzyıl insanı belki kalplerde oluşacak bir “Nuh Tufanı” ile kendine gelebilir. Yeniden “aşk” asilleşir.