Meşrutiyet hareketleri eşzamanlı ve işbirliği içinde yürümüş (1906-1908) ve nihayet ikisi de monarşiden cumhuriyete geçmiş Türkiye ve İran’ın bu ortak siyasi mazisi, İran’daki son siyasi gelişmelerden sonra, -İranlı reformistlerin “İran’ın Türkiye’leşmesi” suçlamasına istinaden söylersek- daha çok benzeşerek yoluna devam ediyor.
“İran’ın Türkiye’leşmesi”nden kasıt, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi İran’da da ordunun (Devrim Muhafızları Ordusu) siyasete müdahale etmeye başlamasıdır.
İran’da 1979’daki İslam devriminden sonra klasik orduya alternatif olarak kurulan ve bir görevi de ordunun meşru yönetime karşı darbe yapmasını ve diktatörlüğe gidilmesini önlemek olan Devrim Muhafızları Ordusu bugünlerde Ahmedinejad’ın siyasi rakiplerini tehdit eden ve muhalefeti sindirmek üzere harekete geçen bir askeri güç haline gelmiş durumdadır. Tıpkı Türkiye’de, halkın büyük fedakarlıklarla sağladığı destek sayesinde ülkeyi kurtarmış olan ordunun zaman içinde değişim geçirerek aynı halkı “iç tehdit” görür hale gelmesi gibi.
Türkiye’de İslamcı, laik ve liberal elitlerin kararı ve çabasıyla monarşiden çıkılıp cumhuriyete geçilirken süreci destekleyen ordunun herhalde günün birinde askeri veya sivil bir diktatörlük kurması amaçlanmış değildi. Ama buna rağmen TSK, çeşitli bahanelerle 1960’dan bu yana demokratik rejimin işleyişine müdahele ediyor, onun üzerinde vesayet sahibi olma iddia, istek ve ihtirasından vazgeçmiyor.
“İran’ın Türkiye’leşmesi”nde İranlı askerlerin rol modeli TSK’dır ve onlar da aynen bizim kurmaylar gibi, siyasi rejimin halka karşı korunması için “iç tehdit” doktrini icat edebildiler. Aradaki tek fark şudur ki, İran’da cumhuriyet bizdekinden farklı olarak elitler eliyle değil, 1906 meşrutiyet hareketinden başlayarak kesintisiz devam eden bir mücadelenin sonucunda, 1978 yılı boyunca devam eden milyonluk gösteriler ve halk ayaklanmasıyla kurulduğu için ne klasik ordu, ne de diğer orduların halkın iradesine rağmen siyasi rejimi vesayet altına alması mümkün değildir. Nitekim 12 Haziran 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana da 1979’daki devrimin öncü isimleri halkın önüne geçerek ordunun milli iradeyi bastırmaya çalışmasına karşı sokakta direniyor. İran’da gerekirse bir devrim daha yapılarak demokratikleşme ve reformlara devam edileceği konuşuluyor.
Türkiye’de henüz bu boyutta bir kriz yaşandığı söylenemez. Birtakım darbe planlarının TSK içinden halka ulaşmasına aracılık eden subayların varlığı da ordunun bir bütün olarak halka karşı, onu “iç tehdit” gören ve akla hayale sığmayacak girişimlere hazır bir kurum olmadığını gösteriyor. TSK içinde bazı gruplar darbe yapmaya çalışıyorsa başka bazıları da bu vahim maceraları önlemeye uğraşıyor.
TSK’nın demokratik rejim içindeki yeriyle ilgili soru ve sorunların 1960’tan bu yana Türkiye’nin temel problemi olduğuna ve bu durumun 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte iyice derinleştiğine kuşku yok. Ayrıca askerlerin, demokratik rejim içindeki siyasi rekabette halkın tercihi aleyhinde müdahalede bulunmasına daima istekli siyasetçi, bürokrat, gazeteci, sanatçı, yazar ve işadamından oluşan bir kesim de bulundukça bazı askerlerin darbe hevesinden hiç vazgeçmediğini de görebiliyoruz.
Siyasette halen bile iktidardaki AK Parti ile muhalefetteki Saadet Partisi (gerçi bu partinin üst düzey yönetiminde militarist siyasetçiler yok değil!) dışında askeri müdahaleye ve vesayete karşı kararlı tavır sergileyen güçlü bir politik damar var mı? 12 Eylül askeri darbesinin ağır işkencelerinden geçmiş sosyalistlerin önemli bir kısmının bugün sandıktan çıkmış iktidara karşı militarist politikalara savrulduğu koşullarda konuşuyoruz askeri vesayet meselesini.
Bütün bu gerçeklere rağmen analitik bakabilen bir zihnin sorması gereken farklı bazı sorular da var ama!
Darbe planlarından başından beri haberdar olan iktidar sahipleri neden geniş halk ve elit desteğine sahip oldukları 2002’den başlayarak şimdiye kadar demokratikleşme ve sivil anayasa meselesini gündemin birinci maddesi yapmadılar?
Henüz bir yıl önce İsrail Gazze’yi yakıp yıkarken Türkiye’nin diplomatik tepki vermesi gerektiğini söyleyenler “Biz kabile devleti yönetmiyoruz” diyerek terslenmişken, bugünkü aykırı çıkışların nereden cesaret aldığı açıklanabilir mi?
Türkiye’nin vize ve ticaret muafiyetleri yoluyla çevresindeki ülkelerle entegre bir ekonomi ve siyaset zemini kurması gerektiğini söyleyenlere böyle bloklaşmaların ve “dinsel milliyetçilik”in zararlarından bahsedenler, bir yıl sonra aniden vize ve ticaret muafiyetleriyle başlatılan entegrasyon girişiminin nereden icap ettiğini söyleyebilirler mi?
Bütün bu gelişmelerin, Washington’ın yedek planı olan savaşsız kavgasız “iyi hegemoni” doktrini ve onun “yeni Ortadoğu”suyla ilişkisinin olmadığına bizi ikna edebilirler mi?
Ordunun darbeciliği zaten biliniyorken ve bu konuda bugüne kadar hiçbir şey yapılmamışken bu tartışmaların tam da dışpolitikanın halihazırdaki açılımlarıyla aynı döneme denk düşmesi tesadüften mi ibarettir?
Kat sayı meselesini bile çözemeyen bir zaafiyet, nasıl oluyor da böyle büyük bir tasfiyeyi yürütebiliyor?