Kovid 19 sürecinden beri bu söz “Demokles’in kılıcı” gibi başımızda sallanıp duruyor “Artık Hiç Bir şey Eskisi gibi Olmayacak”…
Söylemin pek de masum olmadığını çoğunlukla politik bir yönü olduğunun altını çizmekte fayda var. Bu söz 11 Eylül 2001 terör eylemleri sonrasında yoğun olarak kullanılmıştı ve sonrasında neler olduğunu hep birlikte gördük. Şaibeli bir terör olayları zincirinden sonra özellikle Ortadoğu’da Müslüman halkların üzerinde karabasan gibi çökenlere meşru bir zemin sağlanmıştı.
Bu yazıda bu konunun politik kısmına girmemeye çalışacağım. Robotlar, çip takılan insanlar, Biri Bizi Gözetliyor/Nefes alış verişimize kadar izleyecek, para ve ekonomide bizi bekleyenler vs vs. Bir çoğu geçmişten beri konuşulan ve bir kısmı ise “Allah’ın iradesini sıfır görmeye kadar götüren” bu komplo teorilerini burada açmayacağım da. Zaten her yerde karşımıza çıkıyor bu konular.
Daha ziyade olumlu/olumsuz hayat döngümüzü etkileyecek bazı güncel konulara değinmeye çalışacağım. Yani işin insani boyutuna ve davranışlarımıza…
Tokalaşma ve Kucaklaşma Kültürü…
Karşılaştığımız insanlarla tokalaşma (Dini ıstılahta ‘Musafaha’) kanaatimce giderek ‘yoldan çıkan’ anlamını yitiren, yozlaşan bir durum. Zirve modellemesini rahmetli Hasan Celal Güzel’den hatırlarız. 1992 yılında Anap’tan ayrılan ve Yeniden Doğuş Partisini kuran Hasan Celal Güzel girdiği iki seçimden en çok 95.484 oy (1995. Seçimleri)almış ve sonrasında tarihe karışmıştı.
Bir röportajda bu durumu hiç bir tv kanalında kendisine yer verilmediğini ve bundan başka halka ulaşacak yol bulamadığını söylemişti. Gerçekten rekor kitaplarına girecek kadar halkı kucaklayan Güzel bu hareketin karşılığını oy olarak alamamıştı.
Videoda izlediğimiz komik durumlar Hasan Bey’e yaramadı ancak zaten fazlaca anlamsız olan “tokalaşma ve kucaklaşma” kültürümüze olumsuz bir katkı sağladığı gerçek. Düğünde, bayramda, cenazede, karşılaşmalarda… Her yerde… Karşılaştığımız insanlarla samimiyet derecesinden, uzun süredir görme/görmeme kıstasından bağımsız herkesle tokalaşıyor ve kucaklaşıyoruz.
Dini literatürde tokalaşmanın (musafaha) elbette bir yeri vardır. Resulullah’ın ashabıyla tokalaştığı gibi ashap da kendi aralarında tokalaştıklarını biliyoruz. Hz. Peygamber bir Sahâbînin, “Bizden biri kardeşi veya arkadaşıyla karşılaştığında saygı için eğilebilir mi, sarılıp onu öpebilir mi, elini tutup tokalaşabilir mi?” şeklindeki sorularından ilk ikisine olumsuz, üçüncüsüne olumlu cevap vermiştir (Tirmizî, “İstiʾẕân”, 31). Bununla birlikte kucaklaşmanın mutlak şekilde yasaklanmadığını da biliyoruz. Ancak bunun abartılmaması gerektiğini de TDV İslam Ansiklopedisi “tokalaşma” bahsinde : “Yolculuk dönüşü veya uzun aradan sonra karşılaşma dışında sıkça görüşen insanların sadece selâmlaşıp tokalaşması âdâb-ı muâşeret yönünden daha uygun görüldüğü” ifade edilmektedir. Yani aslolan “selamlaşmak” ve “tokalaşmaktır”….Kucaklaşmak değil.
Tabii ki bu söylediklerim de “normal zamanla içindir”. İçinde yaşadığımız Kovid 19 süreci için değil. Bu süreçte Sağlık otoritelerinin virüsün yayılmaması için şart olduğunu söyledikleri maske, tokalaşmama, kucaklaşmama ve fiziksel mesafe (sosyal mesafe değil) kurallarına uymak aynı zamanda dini anlamda bizim için bir görevdir.
Elbette ve inşallah bu günler de geçecektir. Ancak temenni edeceğim ve bu günlerin olumlu bir yansıması olarak abartılı, anlamsız ve gereğinden fazla olan “kucaklaşma” kültürünün daha makul ve yukarıda ifadesini bulan “dini” sınıra çekileceği yolundaki ümidimdir. Süreç içerisinde hepimizin dönüştüğü herkesi kucaklayan Hasan Celal Güzel tiplemesinden kurtulmamıza vesile olmasıdır.
Ancak yukarıda da ifade ettim bugünlerde çokta kullanılan “sosyal mesafe” yanlış bir kavramdır ve içerisinde “bizi iletişime kapacak” olumsuz bir ruh haline atıf vardır. Oysa bugün bizim ihtiyacımız olan şey hastalığın bulaşmasını önleyecek bir “fiziksel mesafe” dir. Ve diğer ihtiyacımızda en çok bugünlerde buna rağmen birbirimizi sevecek, yoklayacak, ihtiyaçlarını (iletişim dahil) koruyup gözetecek bir “sosyal” yakınlık halidir.
Bu kadar uzun uzun yazmadan kısa kısa değinelim. Bundan sonra hayatımızda başka neler “eskisi gibi olmayacak”
Çalışma Hayatında Neler Olacak
Süreçte neredeyse işlerin tamamı (Benzin istasyonları, market çalışanları vb istisnalar hariç) “evden çalışıldı”/çalışılır hale geldi. Yıllardır tartışılan ama hep itiraz edilen “evden çalışma” hepsi hepsi 125 nanometre büyüklüğünde olduğu söylenen (bir santimetreden 80 bin kat daha küçük) bir virüsle mümkün hale geldi. Güvenlik endişeleri yüzünden her şeye itiraz eden IT’ciler hızlıca altyapıyı uygun hale getiriverdi. Patronlar sessizce razı oldu. Ve kıyamet de kopmadı. İşler tıkır tıkır yürüdü.
Görüldüki: Pahalı ofisler, servis araçları, ofis donanımları, çaylar, kahveler, yemekler….olmadan çalışan evinde bir cihazla işini görür hale geldi. Üstelik çalışanlar işe gidiş gelişte kabus gibi geçen ve hiç bitmeyen 2-3 saati bulan “yol” yıpranmalarına uğramadan.
Şimdilerde tekrar eski çalışma düzenine geçilmesinden bahsediliyor. Kamuda ve zorunlu olan alanlar dışında bu anlamda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin. Bundan hem çalışanlar, hemde daha az maliyete katlanacak işverenlerin mutlu olacağı da…
Bu başlıkla bağlantılı bir kazanımda “toplantı yapma” kültüründe olacaktır. İnsanların farklı lokasyonlardan uçaklar, araçlar ve ofis teknik donanımlarıyla bir ara geldikleri “toplantı” lar artık basit yazılımlarla hiç bir araya gelmeden yapılabilir ve sonuç alınır olduğu test edilmiş oldu. Daha az maliyetli ve zaman kaybı olmadan yapılan bu yeni tip toplantıların önemli ölçüde kalıcı olacağı kesin.
Ev Yeniden Hayatın Merkezi….
Süreç “her şey gider aile kalır” söylemini yaşanılır bir gerçek haline getirdi. Evleri otel olmaktan çıkardı. Evlerin ışıkları hiç görmediğimiz kadar yanar hale geldi. Sabah işe, okula gidiş için dağılan, akşam dışarda yenen yemekler, hafta sonları AVM’lerde ve diğer aktivitelerde geçen zamanlar…Ve evde yatmak tekrar buluşma kısırdöngüsü “mecburen” kırıldı.
Virüs bulaşma korkusu, sokağa çıkma yasakları birleşti ve evlerin ışıkları tekrar yandı. Evlerde yemek pişmeye, ekmek yapılmaya, aile içi oyunlar oynanmaya, evde unutulan tamiratlar-bakım ve temizlik faaliyetleri işbirliği ile yapılmaya özetle birlikte zaman geçirme kültürüne hızlı bir dönüş sağlandı.
Süreç şunu da göstermiş oldu. Eskiden düşman kuşatmalarına aylarca dayanan “kendine yetme kültürü” ortadan kalkmıştı. Üç gün markete gidilmemesi halinde evde içecek sudan, ekmeğe en temel ihtiyaçlar için hiçbir hazırlık ve kültür kalmamıştı. Üstelik virüs tehlikesi yüzünden dışarda yemek yiyerek bu açığı ortadan kaldırmak da nerdeyse imkansız hale gelmiş oldu. Her şeyi günlük satın alan ve sadece üretilmiş, ambalajlanmış çoğu da sağlıksız ürünlere mahkum bir aile hayatı ortaya çıkmıştı.
İnsanlar evlerine un almaya, ekmek yapmaya, ve bazı kuru bakliyatları stoklamaya varan saklama ihtiyacı ile karşı karşıya kaldı. Önümüzdeki süreçte bu konuda bir değişim yaşayacağımız kesin. İnsanlar konserve yapma, salça, reçel, imal etme. Kurutma, derin dondurucuda saklama gibi metotlarla “kendi kendine yetme” faaliyetlerine tekrar dönecektir. Sağlıklı beslenme kültürüne yapılan atıflar bu dönüşümü hızlandıracaktır.
Evde ve sağlıklı beslenme her yönüyle ivme kazanacaktır. Bu yaz konserve kavanozu ve kapağı konusunda artan talebe bağlı bir sıkıntı yaşanacağını hep birlikte göreceğiz.
Başka neler değişecek kalanlarını da başlık olarak sıralayalım,
Kent Planlamasında: Yaşadığımız süreç dikey yapılaşmaya dayalı Kent anlayışının ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha gösterdi. Evlere hapsolmanın yüksek katlı birbirine bakan binalarda bir “ev hapsine “ dönüştüğüne şahit olduk. İnsanlar varsa yazlıklarına, köylerine yani “daha insani” olana kaçmaya başladılar. Virüs sonrası mimaride betonarmedan ve yüksek katlı binalardan kaçış başlayacaktır.
Toplu Taşıma Güvenliği: İnsanların konfor arayışı olmadan kabullendiği ve çoğu zaman “balıkistifi” yürüyen “toplu taşıma” virüs sonrası en önemli değişim ve problem alanı olarak bekliyor. Virüs endişesi tamamen ortadan kalkmadan toplu taşımada eski standartlara dönmek imkansız gibi. Hem virüs korkusu hem toplu taşıma araçlarındaki yolcu azaltma stratejileri özel araçla seyahat tercihini ön plana çıkaracaktır. 4 milyonun üzerinde araç olan İstanbul’da özel araç kullanımında %20 ilk bir artış (Ki normal zamanda trafik sıkışıklığının %85’i otomobil kaynaklı) zaten 15-20 km mesafeyi 1 saatte alan İstanbul’lu için 2-3 saat anlamına gelecektir .
Tabii ki herkesin toplu taşımadan kaçma şansı yok. İstanbul’da her 1000 kişiye 200 otomobil düştüğü düşünüldüğünde ve yaklaşık (kriz öncesi) 8 milyon insanın toplu taşıma ile seyahat ettiği düşünülürse bugün %25’e kadar düşürülen doluluk oranı %50’lere bile çıkartılsa bugünkü imkanlarla işe gidiş süreleri toplu taşımada 5 saatlere kadar çıkacak anlamı taşır.
Tüm büyük sehirlerimizde aynı sorun söz konusudur.
Bu trafik krizi Merkezi Yönetimin ve Belediyelerin en önemli sorunu haline gelecektir .Bunun tek çözümü yollara, metrolara, toplu taşımaya yeni kaynak aktarımları ve yeni yatırımdır. Kaynak bulunsa bile zamana ihtiyaç olan bir durum olduğundan kısa vadeli çözümler krizi elbette çözemeyecek bu konu büyüyen bir sorun olarak her gün gündemde kalacaktır.
Sadece Bisikletle seyahatin daha ön plana çıkması (İstanbul’da ulaşımın yaklaşık %30’u 5 km sınırındadır)gerektiği tespiti ile bu konuyu bitirelim.
Yazının şimdiden çok uzun olduğunun farkındayım. Ancak konu tabii ki bunlarla sınırlı değil. Tatilden, düğüne, cenazeye, eğitime, toplu yemeklere, yüzme havuzu ve ortak spor alanlarına, otostop seyahate, temassız kart, online alışveriş, çip paraya kadar bir çok alanda değişim yaşayacağımız kesin. Belki bu konulara yeni bir yazıda devam ederiz.
Yazıyı uzun bir telefon sohbeti ile gündemime taşıyan Dr. Muhittin Gündoğdu’ya ithaf edelim.