Başbakan Erdoğan, 29 Mart seçim sonuçları konusunda özeleştiri yapmış... AK Parti’nin aylık yayın organı “Türkiye Bülteni” dergisine verdiği röportajda, “bazı bölgelerde yerel yönetimlerimizin birtakım yanlışları da olmuştur...
... Aday seçiminde de bazı hatalar yapılmıştır” demiş.
“Seçimde bir miktar oy kaybettiğimiz doğrudur” diyen Erdoğan şöyle devam etmiş:
“Demokrasi içinde bunlar olağan şeylerdir. Ama dersimize de çalışıyoruz. Yanlışlarımız varsa düzeltme cihetine gidiyoruz.
...Bu seçim sonuçlarını çok iyi değerlendirerek, gerekli yenilenmeleri, tazelenmeleri hayata geçirerek bu süreci AK Parti’nin lehine işleyen bir sürece dönüştüreceğiz.
...Özeleştiri mekanizmamızı mutlaka işletiriz.”
Bence, bu özeleştiri sürecine, “AK Parti’nin Ege ve Akdeniz kıyılarında neden arzuladığı başarıyı yakalayamadığı” sorusunu da eklemek gerekiyor...
***
AK Parti Ege ve Akdeniz’de arzuladığı başarıyı yakalayamıyor çünkü son zamanlarda “yasaklar” gittikçe artıyor ve “yönetim” ile “inanç” birbirine artan bir şekilde karışmaya başlıyor...
Ve bu insanları, özellikle de gelişmiş kentleri ürkütüyor.
Gizli ve açık çeşitli yasaklar arttıkça,
bu yasakların aslında farklı “yaşam biçimini” yok etmeyi hedeflediği endişesi yaygınlaşıyor.
***
Bir yönetici “sigara” içmiyor ise...
Bir yönetici “içki” içmiyor ise...
Ve kendi yaşam biçiminde olmayanlara “kamu çıkarı” başlığı altında büyük bir iştahla açık ya da gizli yasaklar koyuyor ise o “kamu çıkarı” mı, yoksa yöneticilerin “inanç” yasağı mı, bunu ayırt etmek zorlaşır.
Şimdi bunlara bir de Hacı Vali’nin “pisuvar yasağı” eklendi.
Ben sigara içmem, sen de içme...
Ben rock müziği dinlemem, sen de dinleme...
Ben şort, mini giymem, sen de giyme...
Ben içki içmiyorum, sen de içme...
Ben pisuvar kullanmam, sen de kullanma.
Artan tüm bu yasaklar sonunda gidip yöneticinin “inancına” bağlanıyor ise temel hak ve özgürlüklerin yavaş yavaş silindiği ve inancı referans alan yeni bir yasakçılığın sinsice geliştiği korkusu, doğrusu pek de yanlış olmayan bir şekilde artar.
Ve bu yasakçı yaklaşımın ilk tepkisi kıyılardan gelir, daha sonra “demokrat Müslümanları” da kapsayan bir şekilde genişler.
Başörtüsü yasağından şikâyet edenin, eline yetki geçtikçe “kendi gibi olmayanı” her alanda yasaklaması vicdana ve hukuka ne kadar uygundur?
Tabii Florya plajlarını halka yasaklayıp, yönetici yakınlarına açmak gibi görgüsüzlükleri de bir yana koyuyorum.
Bunlar oy mu getirir, oy mu götürür?
Güven mi tazeletir, korkuyu mu körükler?
***
Siyasal iktidarın “yeminli düşmanı” olmaktan uzak bir “sağduyuya” sahip Oral Çalışlar, “Ayakta işemeye karışan vali” başlıklı dünkü yazısını bakın nasıl bitiriyordu:
“Bir idarecinin kendi inanç ve geleneklerini dayatması, tam da şu anda tartışmaların odak noktasına yerleşmiş olan devlet despotizminin bir başka versiyonu olarak değerlendirilebilir. Sekülerlik ve modernizm adına da olsa, inanç, din ve gelenek adına da olsa, belirli bir davranış ve yaşam modelinin dayatılması çağdaşlığa ve özgürlüğe aykırıdır. ‘Şöyle giyinirsen kamusal alana giremezsin’ diyen zaptiye ile, ‘ayakta işeyemezsin, sökerim senin pisuvarlarını’ diyen kafa arasında özde bir fark olmadığını söyleyebiliriz. Her ikisi de yasakçı, her ikisi de dayatmacı.
Tek bir yaşam tarzını ve yaşam anlayışını dayatan, çoğulculuğu sindiremeyen düşünce tarzından her zaman çok çektik. Benzer makamlarda oturanlar, belki de aynı adamlar, bu kez de, modernizm gerekçesiyle değil ‘din’, ‘iman’ gerekçesiyle yasak alanlar yaratıyorlar.”
***
“Hiçbir konuda kompleks sahibi olmadıklarını” ifade eden Başbakan Erdoğan, “özeleştiri mekanizmamızı mutlaka işletiriz” dediğine göre...
Kıyı kentlerindeki kayıplar üzerinden “inanca” bağlı yasakçılık konusu da gündeme gelebilir.
Aslında...
Karadeniz’in sele teslim “olmaması” için neler yapılmasını araştırıp gereğini yapmak yerine “pisuvarları” kırdırtmakla uğraşmak da, bu sorgulama gereğinin aciliyetini göstermekte.
AK Parti özgürlükçü bir parti olarak geldi, yasakçılıkla işi olmamalı.