11 Eylül saldırılarından sonra, tüm dünyada kavramlar, kısır bir döngü gibi birbirlerinin yerine geçer oldu. Özgürlükleri koruma adına kalın duvarlar örülmeye başlandığı yeni bir dönem başlamıştı artık.
Özgürlük fanusları kırılan Amerika, failleri olay yerinde aramak yerine, komplo teorileri üzerinden yönünü doğuya çevirdi. Yıllarca Ortadoğu emelleri uğruna, ilmik ilmik ördükleri zalim projelerinin, bölgenin selameti üzerine ektikleri kin ve nefret tohumlarının, gün gelip kendilerini vurabileceğini hesaba katmamışlardı belki de.
Kalın güvenlik çemberleriyle korudukları Yeni Dünya’ya ulaşabileceğini tahmin etmedikleri, dengeleri korumak ve ellerinde tutmak adına besleyip servis ettikleri terör figürlerinin temellerini nasıl attıklarına bir bakalım isterseniz:
Amerika; 1950’lerden sonra, Almanya’nın, İngiltere’nin emperyalist, sömürgeci Ortadoğu hakimiyetine ciddi bir tehdit oluşturuyor olması ve bölgedeki güç kavgalarının doğurduğu Sosyalizm Sempatisinin etkilerini engellemek bahaneleriyle, İngilizler’in müttefiki olarak sahne almışsa da, aslında çok daha öncesinde, 1800’lerin sonunda Almanya ve İngiltere’nin ortaklığında Osmanlı ile yapılan petrol arama çalışmalarından beri gizli bir siyasetle işin dahilindeydi.
Çıkar kavgalarının zaman zaman ironik ortaklıklara dönüştüğü, kimi zaman da, çatıştığı bu döngüsel yapılar içerisinde Amerika, Almanya ile husumeti olan İsrail’i de hedeflerini destekleyecek bir partner olarak Ortadoğu sahnesine dahil ederek elini güçlendirmiş ve bölgede kendi adına kontrolü sağlayacak bir maşaya sahip olmuştu.
Başta vezir olarak girdiği Ortadoğu sahnesinde, doğru hamleleri, piyonlarını iyi kullanması sayesinde beklentilerinin çok üstünde çıkar ve zenginliğe sahip olabileceğini daha net görmüştü.
Böylece, İngiltere’nin etnik guruplar üzerinde güttüğü politikaların terör ve istikrarsızlığı arttığını, kominizm tehdidinin güçlendiğini, bölgenin sahip olduğu kaynakların yanlış çıkar guruplarını beslediğini bahane ederek ve aslında çıkarlarını ve pasta payını artırmak için, 1916’a İngiliz ve Fransız’ların Ortadoğu’yu pay ettikleri gizli Sykes- Picot antlaşmasıyla şekil alan, Rusya’nın rejim değişikliği ile artık hükmü kalmayan Ortadoğu haritasını, 1957'de yeniden şekillendirdiği, ünlü Eisenhower Doktrini ile artık oyunun veziri değil Şah’ı olduğunu ilan etmişti.
Bu yeni oluşumu; İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin emperyalist emelleri uğruna Ortadoğu’yu yıllarca kullanmasından artık sıtkı sıyrılan halkın kominizm eğiliminin, sahip oldukları etnik ve/ya mezhepsel kudretlerine, kapitalizmin tekelci militarist emellerinden daha fazla zarar verebileceğini düşünen liderler tarafından; kendi siyasi emellerini de güçlendirebileceği hayaliyle Suriye ve Mısır dışında kabul görmüştür.
Türkiye’de de, Eisenhower Doktrini’nin askeri ve ekonomik koruyuculuğunun, kominizm eğilimlerine karşı ve aynı zamanda bölgedeki politik aktörlerden biri olma umuduyla dönemin iktidarı tarafından desteklenmiştir.
Super güç ve Dünya Lideri olma misyonunu. günümüze kadar benzer ve farklı politikalarla devam ettirebilme adına çok kan dökmüş, bu uğurda ekonomik anlamda çok kan kaybetmiş olsa da emellerine ulaşamamıştır.
Her ne kadar Amerika’nın küresel bir güç oluşuna bu zorba siyaseti esas teşkil ediyor olsa da, Ortadoğu’daki hezimetinin temel nedeni; etnik ayrılıklar gerçeğini İngiltere kadar iyi okuyamamış, bu alanda strateji oluşturmada çok geç kalmış olmasıdır.
Geçmişteki yanlış politikaları neticesinde bugünkü Amerika, tarihin tekerrürü düsturunu ıspatlar nitelikte Ortadoğu liderliğini eski aktörlere kaptırmakla kalmamış, kendi yarattığı canavarlarla (terörle) itibar ve güç kaybetmiş, ekonomik ve politik açıdan ağır bedeller ödemeye mahkum olmuştur.