Bir okuyucu kardeşim, Ermenistan sınır kapısıyla ilgili son yazımdan dolayı şu mesajı çekmiş: "Yazınızdan dolayı size teşekkür ederiz. Bu konuda ABD ve AB fonlarıyla kalemlerine mürekkep dolduranlara karşın, biz kurşun kalemlilerin sesini çıkarması gerekiyor."
Yazıma, Martin Luther'in "Tanrım, Hıristiyanları şeytandan, şehvetten ve Türklerden koru" duasını hatırlatarak başlamak istiyorum.
Bu duanın ne anlama geldiğini anlamak için, tarihimizden küçük bir dönemi alıp açalım. Mesela Osmanlı'nın son elli yılını...
1877-78: Osmanlı-Rus Savaşı, 1897: Türk-Yunan Savaşı, 1911: Türk-İtalyan Savaşı, 1912-13: Balkan Savaşları, 1914-18: Birinci Dünya Savaşı ve 1919-22: Kurtuluş Savaşı.
Bu savaşların yanı sıra, bir de "ara olaylar" var. Girit'in kaybedilmesi, Kıbrıs'ın İngilizler tarafından işgali, gayrimüslimlerin isyanları, 1908 olayları, mütareke ve işgal yılları vs.
Müslüman Türk milleti, onca olumsuzluğa rağmen elli yıl boyunca durmaksızın savaşmış, yok olmamak için insanüstü bir çaba sarf etmiştir. Her aile, bu büyük mücadele sırasında ağır kayıplar vermiştir. Hem can hem de mal kaybı... Mesela Birinci Dünya Savaşı sırasında, ailemizdeki dört yetişkin erkekten üçü şehit olmuştur. Sonrasında ise ailemiz ekonomik olarak adeta çökmüştür.
Ortak rakamlara göre, Birinci Dünya Savaşı boyunca 2.873.000 erkek silâhaltına alınmıştır. Toplam savaş kayıpları; şehitler, yaralılar, kaybolanlar, esir düşenler ve hastalıktan ölenler dâhil, 1.720.098'dir. (Kaynak: Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu, Edward J. Erickson, Kitap Yayınevi, 2003)
Birinci Dünya Savaşı boyunca, Osmanlı devletine 7 milyon tam teçhizatlı düşman askeri saldırmıştır. (Kaynak: Mareşal Fevzi Çakmak)
Osmanlı'nın nüfusunu düşünürseniz, kayıpların ve saldırganların büyüklüğünü daha iyi anlarsınız.
1913-1918 yılları arasında, Anadolu nüfusunun üçte biri yer değiştirmiştir. (Kaynak: İttihat ve Terakki'nin Müslümanları İskân Politikası, Fuat Dündar, İletişim Yayınları, 2001)
Birkaç tane de "ara olaylar"dan örnek verelim.
Adana Ermenileri, İkinci Meşrutiyet'in karışıklığından faydalanarak, dış müdahaleyi hızlandırmak için, Türk mahallelerine saldırmış ve birçok savunmasız Müslüman'ı şehit etmişlerdir. Öfkeli Türkler de toparlanarak Ermenilere sert bir karşılık vermişlerdir. Olaylar üzerine İstanbul'dan Adana'ya bir heyet (mahkeme) gönderilmiş, hemen "suçluların"(!) yakalanıp yargılanmasına başlanmıştır. İşin acı tarafı şudur ki, heyetin en etkili üyesi, İstanbul Cinayet Mahkemesi üyelerinden Ermeni Artin Mosmorciyan'dır. Sözde mahkeme, Bahçe Müftüsü İsmail Hakkı ve kardeşi Yusuf'un da aralarında olduğu 47 Türk'ü idam etmiştir. Özellikle Bahçe Müftüsü'nün idamı, aradan geçen bunca zamana rağmen, hâlâ vicdanları sızlanmaktadır. Çünkü Müftü Efendi'yi Erzin'de, Ermenilerin gözü önünde idam etmişlerdir. (Kaynak: 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, Mehmet Asaf, Türk Tarih Kurumu, 1982)
(Mesela burada kapanmamış, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bölgeyi işgal eden Fransızlar, özellikle Gönüllü Ermeni Lejyonları'na görev vermişlerdir. Onlar da buralarda, insanlık dışı icraatlara imza atmış, Fransızları bile utandırmışlardır.)
Bahçe Müftüsü İsmail Hakkı'nın idamı gibi birçok idam olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni sürgününe suçlu arayanların seçtikleri kurbanlardan biri de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'dir. İşgal şartlarında cereyan eden mahkemeye, çoğunluğunu Ermeni komitecilerin teşkil ettiği ve İngiliz Yüksek Komiserliği ile Rum-Ermeni Şubesi'nin temin ettiği yalancı şahitler çıkarılarak, akıl almaz suçlar uydurulmuştur. Sonuçta; sürgün edilenlere insani bir şekilde davrandığı sabit olmasına rağmen, "Ermeni tehcirinde görevini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu" iddiasıyla idamla yargılanmış ve 10 Nisan 1919'da Beyazıt Meydanı'nda asılarak şehit edilmiştir. Kemal Bey, idamdan önce, "Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar" demiş, çocuklarını milletine emanet etmiştir: "Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok, üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet..."
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 19 Ekim 1922'de, Kemal Bey'i "Milli Şehit" ilan eder ve ailesine maaş bağlar. (Kaynak: Yozgat Ermeni Tehciri Davası, Nejdet Bilgi, Kitabevi, Nisan 2006)
Mütareke'den sonra, Anadolu'nun birçok yeri işgale uğramış, Müslüman Türk halkı türlü kötülükler karşısında savunmasız kalmıştır. Yüzlerce Amerikalı misyoner ve binlerce Ermeni, sürgün sırasında kaybolan Ermeni çocuklarını aramak bahanesiyle Anadolu'ya dağılmış, Türk evlerini aramışlardır. "Amerikalı misyonerler Ermeni aramak bahanesiyle ellerini en halis, en masum Türk evlerine sokarak beğendikleri çocukları bütün bir mahalle halkının feryatları, şikâyetleri arasında istedikleri yerlere götürmüyorlar mıydı? Hangi ananın "bu benim evladımdır" diye haykırmaya hakkı oluyordu? Hangi babanın adalet istemeye dili varıyordu? İnsanın vicdanı, bu Hıristiyan taassubunun karanlığı içinde boğulup gitmişti."
Bu şekilde binlerce Türk çocuğu, "Ermeni" denilerek ailelerinden koparılmış; Amerika, Kanada ve Avrupa'ya götürülerek Hıristiyan yapılmıştır. Tam bir intikam mantığıyla... (Kaynak: Ermeni Soykırım Tarihinin Oluşum Sürecinde Amerikan Yakın Doğu Yardım Komitesi, Fatih Gencer, Alternatif Düşünce Yayınları, 2006)
Acı ve utanç verici olaylara bir örnek daha verip konuyu toparlamaya çalışalım.
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlere esir düşen Türklerden bir kısmı Mısır'daki Seydi Beşir esir kampına kapatılır. Kampta Ermenilerden oluşan gönüllü doktorlar(!) vardır. Ve bu doktorlar, hem intikam almak için, hem de bir daha savaşamasınlar diye, binlerce Türk askerini kör ederler. Bu konu, sonradan Büyük Millet Meclis gündemine de gelmiş, uzun tartışmalara neden olmuştur. (Kaynak: Katran Kazanında Sterilize / Bir Türk Subayının İngiliz Esir Kampında Üç Yılı, Ahmet Altınay, Tarih ve Düşünce Yayınları, 2004)
Yahya Kemal Beyatlı'nın "Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık / Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık" şeklinde başlayan "1918" şiiri, işte bu korkunç günleri anlatmaktadır.
Elimizde, bu yıkıcı örneklerden yüzlercesi var. Bütün bunların üstüne, bir de devrimler gelmiş, Müslüman Türk halkı adeta dolandırılmıştır. Birinci Meclis'in ilk icraatı "İçki ve sigarayı yasaklamak", İkinci Meclis'in ilk icraatı ise bu yasağı kaldırmak olmuştur. Birinci Meclis, Türkiye Cumhuriyeti'ni "İslam Devleti" olarak kurmuş, İkinci Meclis ise bu devleti ortadan kaldırmıştır. Bu kısa zaman dilimi içinde neler yaşanmış, neler değişmiştir? Bu sorunun cevabını cesur tarihçiler bir gün mutlaka verecektir.
Şimdi bütün bu mücadeleler, saldırılar, haksızlıklar, utanç verici olaylar ve göz yaşartıcı yokluklar olmamış, yaşanmamış gibi davranamayız.
Çekilen acıların üzerine kahkahadan binalar inşa edemeyiz.
"Çanakkale Savaşı anlamsızdı" gibi şeyler söyleyemeyiz.
Uzanan her eli sıkamayız. O ellerden bazısı, yakamıza yapışmış eldir.
"Ermeni açılımı" yapmaya hazırlananların bir kez daha düşünmesi gerekir. Bu işin sadece cüzdan değil, vicdan tarafı ve vebali de var.
"Amerika'nın isteklerini yerine getirmezsek, ekonomimiz çöker" şeklinde düşünenlere de bir çift sözümüz var: Ali Yakup Hoca, Yugoslavya hükümeti tarafından tutuklanıp hapse atılır. Tam sekiz sene hapis yatar. Bu sekiz sene boyunca, domuz eti yedirirler korkusuyla, sadece ekmek ve su tüketir! Ve sağ salim "cezasını" tamamlayıp tahliye olur. (Kaynak: Yedi İklim Dergisi, Kâmil Eşfak Berki Özel Sayısı, Nisan 2009, Sayfa 44)
Kaynak: Milli Gazete