Geçenlerde İstanbul’da tarihi bir toplantıya tanıklık ettik, bugün sizlere bu toplantıdan bahsetmek istiyorum. Ali Emiri Efendi Sempozyumu, aynı ismi taşıyan konferans merkezinin açılışıyla yapıldı. Fatih Belediyesi’nin katkılarıyla Nefs-i İstanbul’da yani Fatih’te yaptırılan devasa yapı açıldığı ilk günde, “hayatını kitaplarına, kitaplarını da milletine vakfeden” Ali Emiri Efendi’nin eserlerinden örneklere ev sahipliği yaptı. Ali Emiri Efendi 1857’de Diyarbakır’da doğmuş, Peygamber Efendimiz’in soyundan gelen bir ailenin mensubuydu. Seceresi ulema ve şairlerle doluydu. Küçük yaşlarından itibaren kitap toplayan, kütüphanesini genişletmek için çok uzak sayılabilecek diyarlara gitmekten de imtina etmeyen bir ilim aşığıydı Ali Emiri. Öyle ki kitaplarıyla evlenmiş, bu sebeple de Hakk’a yürüdüğü 1924 yılına kadar da bekâr yaşamış, katıksız bir İslami tevazu içerisinde ömründe hiç fotoğraf çektirmemiş -tıpkı Muhammed Hamidullah Hocamız gibi- bir kitap aşığıydı. Arapça ve Farsça’yı küçükken öğrenmiş, ileriki yaşlarında da bu dillerden birçok eseri tercümeleriyle Osmanlıca’ya kazandırmıştır. Uzun seneler kalbinde taşıdığı iki dileğinden birini 1916’da gerçekleştirebilmiş ve Millet Kütüphanesi’ni kurmuştur. Bizi de 2 Mayıs 2009 günü tam da Ali Emiri Efendi’nin ölümünün 85. yılında bu sempozyum vesilesiyle bir araya getiren, Millet Kütüphanesi’nin şu andaki müdiresi Melek Gençboyacı hanımın girişimiydi. Bu değerli zatın ikinci rü’yasıysa ölümüyle gerçekleşecek, hayal ettiği gibi istanbul’un Fatihinin yanına gömülecekti.
Ali Emiri, kurmak istediği kütüphanesi için Ayasofya Camii civarında bir mekânı arzulamış, ancak dönemin sıcak savaş atmosferi içerisinde bu mümkün olmamıştı. Şeyhülislâm Hayri Efendi’nin yardımıyla bir başka mekânı, Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin Feyzullah Efendi Medresesi’ni kütüphane yapmış, bütün ısrarlara rağmen buraya kendi adını vermemiş ve Millet Kütüphanesi diye isimlendirmiştir. Böylece onaltıbin eseri gelecek nesillere vakfedecekti, Ali Emiri Efendi. Onun ismiyle özdeşleşmiş en önemli eserlerden biri Kaşgarlı Mahmud’un Türklere Arapça öğretmek için 1071 yılında kaleme aldığı meşhur eseri Kitab-u Divanı Lugat-i-Türk’tür. Zira o bu eseri bulmuş, geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmuştu. Ali Emiri’nin bu kitaba ulaşmasının da hatırlanmaya değer ilginç bir hikâyesi var: Ali Emiri Efendi kitap almak için sık sık Sahaflar’a gider. Bir bir kitapçıları dolaşır ve ellerinde yeni bir kitap olup olmadığını sorar. Bir seferinde çok eski bir kitabı görür ve bunun eski Maliye Bakanının yaşlı bir akrabası tarafından getirildiğini öğrenir. Kitapçı bu kitabı önce dönemin Milli Eğitim Bakanına götürmüş, ancak bakanlık pahalı bularak ilgilenmemiştir. Ali Emiri Efendi kitabın sahibi yaşlı kadına şayet dara düşerse bu kitabı satabileceği, ancak otuz liradan az bir fiyata elden çıkarmaması gerektiğinin vasiyet edildiğini öğrenir. Elinde tuttuğu bu kitabın Kaşgarlı Mahmud’un kayıp eseri olduğunu fark edince de heyecanlanır, ancak bunu kitapçıya belli etmek istemez. Yanında yeterince para olmamasına rağmen bir şekilde bulup buluşturur ve istenen otuz lirayı ödeyerek kitapla oradan ayrılır. Kısa zamanda efsanevi eserin Ali Emiri Efendi’nin eline geçtiği İstanbul’da duyulur, herkes peşine düşer. Bunların arasında Ziya Gökalp de vardır. Ama çabaları nafiledir. Ali Emiri dindar bir Osmanlı’dır. Ziya Gökalp’e de bu nedenle mesafelidir. Elindeki “hazineyi” ne onunla ne de bir başkasıyla paylaşmayı kabul eder. Etrafındakiler ne yapalım ne edelim diye hayıflanırken dönemin sadrazamı Talat Paşa konuya el atar ve Ziya Gökalp ve Kilisli Rıfat beyle bir senaryo hazırlar. Ali Emiri Efendi’nin iltifattan hoşlandığını bilen Talat Paşa onun davetli olduğu bir yere tesadüfi imişcesine uğrar. Oradan buradan konuşurken konu Kitab-u Divanı Lugat-i-Türk’e getirilir ve Talat Paşa taltife boğduğu Ali Emiri’den kitabı yayınlamasına izin vermesi konusunda baskı yapar, sonunda da muradına erer. Ancak bir şartı vardır Ali Emiri’nin, eseri yayına kendinin de güvendiği Kilisli Rıfat beyin hazırlamasıdır. Rıfat Bey çalışması boyunca kitabın başına bir hal gelir endişesi içinde yaşar, gündüzleri evinin duvarına asarak çocuklarını sırayla yangın, hırsızlık gibi afetlere karşı nöbet tutturur, geceleri de yastığının altına koyarak muhafaza eder. 1917 yılında yayınlanan eserin Rıfat Bey tarafından hazırlanan nüshası bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir. Talat Paşa yayından sonra Ali Emiri Efendi’ye yüksek maaşlı bir memuriyet teklif eder ve basım iznini verdiği için de o zaman için yüklü bir miktar olan 300 lirayı hediye etmek ister. Ancak o bunu kabul etmez ve bu paranın ihtiyacı olan bir aileye eser adına sadaka edilmesini ister...
Bu sempozyum vesilesiyle hem Ali Emiri Efendi’yi hem de eserlerini tanırken bir taraftan da düşünüyorum: Ecdadımız ne büyük... ve bizler onlardan ne kadar uzağa düşmüşüz... Bu ise bir başka yazı konusu.