Her yıl Ramazan ayı geldiğinde "nerde o eski zamanın ramazanları" diyenlere rastlarız…
Vakti zamanında, yanlış hatırlamıyorsam 1984 yılı Ramazan ayındayız. O tarihte bizim Çoğulhan Kasabasında (malumunuz Kahramanmaraş'ta 2014 Mahalli İdare Seçimleriyle Büyükşehir Belediyesi kurulunca, vilayet merkeziyle ilçelere bağlı belde belediyeleri kapatıldığından şimdi mahalle oldu) eskilerin “Üst Oba” dedikleri, Turnapınarı Mahallesi'ndeki caminin ismine “Yukarı Cami” denilmesine, rağmen halk arasında, özel bir adı olmayan ama sonradan “Çoğulhan Merkez Camii” yazılı 30x30 cm ebadında bir mermer plakanın ana giriş kapısının (çünkü bir de sol tarafta ayrı kapısı vardı) sağ tarafına asıldığı zaman öğrendiğimiz caminin imamı Yusuf Hoca idi.
Kendisi bizim ilçenin “Sevin” köyündendi. Lakin hangi Sevin olduğunu halen bilemem. Nasıl yani derseniz, söylendiğine göre Afşin’in “Sevin” adı verilen irili ufaklı 7 köyü varmış. Lise eğitimim bitinceye kadar Çoğulhan’da yaşadığım, sonrasında üniversite öğrenimi döneminde her yıl yaz aylarında, akabinde ise yılda birkaç kez gittiğim memleketimde, “Sevin” adı verilen köylerden belki bir yahut ikisine yolum düşmüştür. Lakin bunların hangisi olduğunu (Büyük Sevin mi Küçük Sevin mi, Kürt Sevin mi Türk Sevin mi, yoksa diğerlerinden birisi mi hatırlamıyorum) inanın unuttum.
Neyse azizler Ramazan günü konuyu daha da tafsilatlı hale getirip de, okuyucularımdan müzmin muteriz, Adaklızade Süleyman Bey’den yine "uzun yazıyorsun, bizi de düşün, vaktimizi heba etme şu mübarek günde. Zaten yazdıkların beş para etmez, bir incir çekirdeğini doldurmayan birbiriyle alakasız bir sürü malumattan ibaret," şeklindeki itiraz cümleleri duymayayım. Bu sebeple bu bölümü kısa geçiyorum izninizle.
Ne demiştik efendim. İşte 1984 yılı Ramazan Ayında, kasabamızdaki Merkez Camii imamı Yusuf Hoca, bazı günler akşam ezanını okumam yönünde izin verirdi. Tabi o vakit camide hoparlör teşkilatı olmasına rağmen, ezan okumak için minarenin ikinci şerefesine, içteki merdivenden çıkmak gerekiyordu. Şerefeye çıkılınca, orada kurulu ayaklı hoparlörün mikrofonunu açıp, aşağıda cami avlusunda bekleyen hocamdan, “vakit geldi ezan okumaya başlayabilirsin” anlamında bir el işaretini görmeden başlamak mümkün değildi. Zaten Yusuf Hoca da bu esnada avluda küçük adımlarla gezer ve sağ kolunda takılı olan saatına bakar ve ezanın okunma zamanı gelince haber verirdi.
Minare demişken, kasabadaki caminin başlangıçta minaresi var mıydı, yok muydu şu an net hatırlamıyorum. Aslında bu cami, Çoğulhan'daki birincisi kerpiçten yapılmış olan caminin hem küçük hem de eski olması sebebiyle yıkılıp yerine imamın ikametine tahsis edilen lojman yapılmada önce inşa edilmişti. İlk Camide de minare yoktu ve çocukluğumda duyduğum kadarıyla o zamanlarda imamlık yapan dedem Veli Hoca, yaklaşık 250-300 metre mesafedeki höyüğün üstüne çıkıp ezan okurmuş. İşte kasabada betonarme cami yapılınca, kerpiç caminin yıkılıp yerine imam için lojman inşasına kasabadan bazıları itiraz ettiyse de sonuç değişmemiş, onlara kulak asan olmamıştı.
Minare meselesine dönecek olursak, yeni inşa edilen caminin başlangıçta minaresi vardı da süreç içeresinde yıkılıp yenisi mi inşa edildi yoksa hiç yoktu bilemiyorum. Camiye minare yapılırken, minare ustası ve işçiler avluda mozaik ve beyaz çimentodan yapılan harçla kalıplara döküm yaparlardı. Bu taşlar birkaç gün kuruduktan ve her gün sulandıktan sonra minare gövdesinde yerini alırdı.
Minarenin inşasında kullanılan taşlar öyle pek hafifte değildi. Örneğin bizler genç yaşımızda iki adet taşı aynı anda taşıyamazdık. Lakin 1980’li yıllarda minare yaptırma işi yani bedelini “Hacı Emmi” üstlenmişti. Şimdi hangi Hacı Emmi diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Kendisi bizim Ahmet Duran’ın dedesi, maruf adıyla “Hamoların Hacı” diye anılırdı. Nüfusa kayıtlı olan ismini bizler bilmezdik, belki çocukları bilirdi…
İşte bu yeni minarenin inşa masrafları Hacı Emmi’nin sattığı tarladan karşılanmıştı. Tabi o tarihlerde Çoğulhan Kasabası’nda Afşin Elbistan Termik Santralının inşaatı devam ettiği için, ülkenin dört bir yanından onbinlerce işçi çalışırdı. Bunların bir kısmı Afşin ve Elbistan merkezinde bir bölümü de Çoğulhan’da ikamet ederdi. Bunlardan bazıları işyeri de açmıştı. Her ne kadar Trabzon Ekmeği satan esnaf yok ise de “Harput Kıraathanesi” ismiyle bir kahvehane de açılmıştı.
Haliyle, çoğunluğu bölgeden olmak üzere bazı kişiler kasabamızdan bizim tarla olarak bildiğimiz, arpa buğday ekilen yerlerden arsa diye birer ikişer dönüm büyüklüğünde yerler satın alırlardı. İşte Hacı Emmi’den biz de bir dönüm almıştık da parası bu minarenin masrafları için kullanılmıştı. Tamamen güven ilişkisine dayalı olan, tapusu da tarafımıza intikal etmeyen arsanın alım satımını bugün için bizim ve Hacı Emmi’nin ailesinden birkaç kişi dışında bilen de kalmadı zaten.
Neyse biz gelelim şu iftar zamanına yani akşam ezanına. Yusuf Hoca’dan gelecek uyarıyı yani ezan vaktini şerefede beklerken, caminin çapraz karşısında, kuzeydoğusunda bulunan aynı zamanda elektrik trafosuna cephe veren yerde bakkal dükkanı işleten Hacı Abdullah Amcanın oğlu Hulusi’yi gördüm. Tabi ezan vakti yaklaştığı için orucu açmaya hazırlanan Hulusi ağzına sigarayı yerleştirip, sağ elinde tuttuğu çakmağı yakmak üzere bana işaret ediyordu.
Tabi aramızdaki mesafe en az iki yüz metre, ben minarede Hulusi dükkanın kapısında olunca, birbirimize söylediğimiz duyulmasa da az çok anlaşabiliyorduk. Tahminen ezandan beş dakika öncesinde, minarede hazır olduğum için sigarası ağzında bekleyen arkadaşım sanki “Sezai ezana başla, yoksa yakacağım” manasına bir şeyler söylüyor ve sigarasını işaret ediyordu. Ya da ben öyle anlıyordum.
Bu arada nedense “Sigaramın dumanı/Yoktur yârin imanı” diye başlayan türkü aklıma geliverdi aniden. Sigara demişken o zamanlar kasabada birbirleriyle selamı sabahı olmayanlar bile arazide çalışırken birbirlerinden kendi paketleri bittiği için sigara alır yahut çakmalarıyla sigaralarını yakarlardı. Bu ilginç bir tavır olsa gerek. Zira bu şekilde davrananlar sigara alışverişleri bittikten sonra yine karşılıklı olarak yabancılaşır, neredeyse selamı sabahı unuturlardı!
Tabi Hulusi beni işitmese de bir yandan ona, “Yak yakabiliyorsan, ben vakti gelmeden ezanı okumayacağım” diye sözler söylerken, diğer taraftan da imamın ezan okumamın vaktinin geldiğine dair işaretini bekliyordum. Muhtemelen Hulusi’yi görmeyenler benim için “Sezai de minarede kendi kendine ne konuşuyorsa?” diye söylenmekteydi.
Tabi yakarsın/yakamazsın şeklindeki el hareketi yoğunluklu muhabbet devam ederken vakit geliyor ve işareti almam üzerine ezana başlıyordum.
Gerçekten de ben minarede daha “Allahu Ekber” cümlesini tamamlamadan, Hulusi sigarasını çoktan yakmıştı!...