Batı, ortaçağ skolastizminin baskıları altında neredeyse bin yılını geçirdi. Aklın ve bilimin reddedildiği ortaçağda, skolâstik ve dogmatik bir zihin yapısının nelere mal olduğu bilinen bir gerçektir. Bilim adamları engizisyon mahkemelerince yargılanıp idam edildi. Ağır işkenceler altında binlerce insan kazığa oturtuldu. İçinde şeytan olduğu sanılanlar ateşe verildi vs… Nihayetinde karşımızda her yönden karanlık ve parçalanmış bir batı vardı. Bu karanlık dönemden kurtulmak ve yeniden bir başlangıç yapmak için içinde din olmayan yeni ve farklı bir düşünce biçimine ihtiyaç vardı. XIII. yy. Rönesans’ı dediğimiz bu farklı dönem işte bu tarz düşüncelerin ürünüdür. Rönesans modern düşünce biçimi dediğimiz bilimselliği ve pozitivizmi beraberinde getirerek Aydınlanma’yı doğurmuştur.
“Aydınlanma temelinde din olmayan yeni bir bütünlük arayışının ifadesidir. Aydınlanma’ya göre –dinde buna dâhil olmak üzere- Avrupa’ya ait bütün kültürel değerleri, tarihsel tecrübeleri, insan ilişkileri eğer rasyonel temelde yeniden inşa edilirse ihtiyaç duyulan bütünlüğü yeniden inşa etmek mümkündür… Aydınlanma hem asli ve köhneleşmiş bir dünyanın akıl ile değiştirilebileceğini hem de dünyanın rasyonel temelde açıklanabileceğine ve bir bütünlük içinde hayatın ve dünyanın yeni bir anlamda anlamlandırılıp bütünlüğe kavuşturulabileceğine inanmaktaydı.” (A.Arslan “Modernlik Üzerine” Bilge Adamlar Dergisi sayı;17, s.12) Aslında Aydınlanma akla ve bilime dayanmayan her şeyi reddederek ortaçağ karanlığını aratmayacak bir totalitarizmin tohumlarını atmıştı. Günümüzde örneklerini görmekte olduğumuz baskıcı, tutucu ve totaliter anlayışların kökeninde aklın, bilimin ve rasyonalizmin putlaştırılması yatmaktadır.
Aydınların her şeyi akıl ve bilimin öncülüğünde çözebileceklerine dair sarsılmaz inançları bir baskı unsuru olarak hala güncelliğini korumaktadır.”Aydınların akıllarını daha iyi kullanmaları onlarda bir özgüven duygusunun gelişmesine yol açar. Bu özgüven aydını, akılla her şeyin açıklanabileceği akılla açıklanmayan her şeyin reddedilmesi gerektiği ve sırf akla dayanarak ideal bir toplumun temellendirilebileceği noktasına sürükler. İşte bu noktada kurucu rasyonalizm dediğimiz düşünce kalıbı ortaya çıkar. Kurucu rasyonalizmin akla dayanarak tecrübe, duygu, hırs ve tesadüfleri bir kenara atarak ve aklın önünde engel olarak görülen her şeyi yıkarak, tasfiye ederek en iyi kanunlara, kurumlara, toplumlara ulaşabileceğini düşünür.” (A.Yayla “Aydınlar Totalitarizmi Neden Sever” 09.02.2007,Zaman) Böyle bir bakış açısı hem bireyin doğuştan getirdiği insani vasıflarının, haklarının ve özgürlüğünün yok sayılmasına hem de aklın, bilimin ve rasyonalizmin dışında olanların değersiz, işe yaramaz olarak görülmelerine neden olacaktır. Ve bu işe yaramaz, cahil kitlelerin mutlaka bilimsel, çağdaş, ilerici ve aklın öncelendiği bir eğitime gereksinimleri duyulacaktır. Bunun için gerekli olan otorite ve bürokrasinin kullanımından da -ideal, çağdaş, ilerici ve akılcı bir toplumun inşası adına- kaçınılmayacaktır.22 Temmuz seçimlerinde Onur Öymen’in sandıktan çıkan sonucu rasyonel bulmayıp, halkın mantıksızlığı olarak değerlendirmesi ya da Bekir Coşkun’un 3 Mayıs 2007’de Hürriyet’teki köşesinde “göbeğini kaşıyanlar” benzetmesinde olduğu gibi…
Birey akıl ve bilim adına yok sayılmaktadır
“Aydınlanma’nın tarihinde bir aydınlanmış despotizm(münevver istibdat) övgüsü vardır. Bazı hukukçularımız Aydınlanma’yı bir anayasa hükmü haline getiren anayasa taslağı bile hazırladılar. Aydınlanma anlayışının nasıl baskıcı bir eğilim olduğunun kanıtlarından biridir bu. Sadece din adına değil, bilim, akıl ve aydınlanma adına da birçok bilgin ve düşünür katledilmiştir. Lavoisier Aydınlanma uğruna kesilen bilgin başlardan sadece ilkidir.”(T.Akyol “Aydınlanma”11.02. 2008 Milliyet) Aklın ve bilimin öncülüğünde ideal bir toplum oluşturma çabalarının –ki bu çabaların içerisinde darbe istemek bile vardır- katı bir totalitarizmin ürünü olduğu bilinmelidir. Asıl vahim olan bu Aydınlanmacı, bilimci, akılcı ve rasyonalist önderlerin kendilerini doğuştan haklı ve yanılmaz, kendisi gibi olmayanları ise gerici, hastalıklı, cahil ve işe yaramaz yığınlar olarak görmeleridir. Örneğin bugün başörtülüleri gördüklerinde kendilerinin ne kadar da doğru bir istikamette yol aldıklarını sanmalarının altında bu duygu yatmaktadır. Bireyin insan olarak düşünme, inanma, konuşma, yaşama vs gibi en temel vasıfları bilim, akıl ve ilericilik adına yok sayılmakta hatta tehlikeli bulunmaktadır. Bugün ülkemizde laik kesimin yaptığı tam olarak budur.”Çelişkilerin temelinde Kemalizm’in çağdaşlık ve ilericilik anlayışı yatmakta. Bu pozitivist yaklaşıma göre laikler kimlik olarak dindarlıktan daha ileri bir insanlık aşamasında bulunuyor. Dolayısıyla daha bilgili ve daha açık fikirliler. Bu varsayımdan hareket edildiğinde laiklerle dindarların fikir ayrışması yaşadığı her noktada laik kesimin kendini doğal olarak haklı görmesi gibi bir garabetle karşılaşıyoruz.”(E.Mahçupyan “Niye Demokrat Olamıyorlar?”10.02.2008 Taraf)
Bütün dünyayı tek dil, tek kültür ve tek din egemenliği altına almak yaratılışın doğasına ve düzenine nasıl aykırıysa, akılcı, bilimci, çağdaş ve ilericilik adına bir toplum yaratmaya çabalarken bireyin çiğnenip geçilmesi de aynı derecede yaratılışın doğasına ve düzenine aykırıdır. Neticede bir ulus içindeki farklı kimlikler, diller ve dinler birer tehlike olarak görülmektedir. Bir topluma dair bütün bilgiye ve güce sahip olduğunu sanmak bir nevi bilim tapıcılığıdır. Hâlbuki Hayek’in ifadesiyle ”Hiçbir kimse insani ve toplumsal olayların bilgisine tam olarak sahip değildir.” TBMM’de başörtüsü serbestliğini sağlayacak olan yasa değişikliği oylamaları devam ederken dışarıda 76 sivil toplum örgütünün aklın ve bilimin rehberliğinde çağdaşlık, ilericilik ve aydınlanmacılık adına bu hakkın reddi için eylem yapmalarına ayrıca yine bu hakkın iptali için akıl almaz açıklamalarda bulunan üniversite hocalarının bu antidemokratik tavırlarına birde bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır.
Hayatın gerçekliğine aklın ve bilimin dışında hiçbir ölçü taşıyla ulaşılamayacağına iman etmek demek, farklı kültürlerin, inançların, mezheplerin ve ırkların anlam dünyasına nüfuz edememek ve aynı zamanda onları herhangi bir değerlendirmeye tabi tutmamak demektir. Hâlbuki hayatın içinde çok değişik felsefi görüş alanları, çok farklı siyasi fikirler, inanışlar ve yaşam tarzları bulunmaktadır.”Nitekim dindar bir Müslüman olan Prof Abdüsselam ile ateist Prof Weinberg “elektromanyetik etkenlerin bileşimi” konusunda birbirlerinden habersiz olarak aynı bilimsel teoriyi kurarak Nobel Fizik ödülünü kazanmışlardır.”(T.Akyol Milliyet) O bakımdan bir aydın/rektör/diplomat/sendikacı/siyasi parti lideri, her şeyden önce birey olduğu bilinciyle hareket eden, başkasının varlığını tanıyan, bireyi demokrasi, insan hakları, özgürlük, hukuk ve ahlak düzleminde değerlendiren ve değer veren bir entelektüel zihin yapısına sahip olmalıdır.
Bilim ve akıl kutsanmaya devam ettiği sürece belirli bir kesimin konumunu ve siyasi bakış açısını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Üstelik dünyanın en akıllı insanı olduğunu sanan birisi hayatı boyunca bir kez olsun kendisiyle hesaplaşmaya da yanaşmayacaktır. Bilim/bilgi ve akıl başta olmak üzere, sanat, birey, etik(ahlak),yaşam biçimleri, demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet, inanç vs. gibi kavramlar yeniden değerlendirilmeli ve yaşadığımız topraklarda gerginliğe, çatışmaya, hukuksuzluğa ve antidemokratik ortamların oluşmasına neden olmamalıdır. Akıl, bilim, sanat, kültür, ahlak, adalet, özgürlük hepimizin huzuru, barışı ve kardeşliği için tesis edilmelidir. Kimse kendini doğuştan ne akıllı nede demokrat zannetmemelidir. Başından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bu tür duygular ister istemez insanı baskıcılığa götürmektedir. Baskının olduğu yerde hiçbir şey üretemeyiz. Netice itibariyle Türkiye üniversitelerinde okuyan başörtülü bir kız Nobel Fizik ödülünü aldığında bundan hepimiz onur duyabilmeliyiz..