Akif Emre’nin paradigmaya kafa tutan simitçisi

Recep KOÇAK

Sevgili Kemal Bozkurt yazılarıma neden ara verdiğimi sordu. Verebileceğim aklıma ilk gelen cevap “Çalıştığım müessesede üzerimdeki sorumlulukların artması”. Belki de benim de peşinde olduğum ama henüz bulamadığım gerçek bir sebep ya da “hikmet” vardır, yazılarımın 2009’dan sonra ilk defa bu kadar gecikmesine…

“Olanda hayır vardır” deyip kaldığımız yerden devam edelim.

Geçtiğimiz hafta Salı günü Yeni Şafak gazetesi yazarı Akif Emre Hakk’a yürüdü.  Çarşamba ikindi namazı sonrası epeyce tanıdık simanın da katılımıyla cenaze namazı kılındı ve ebedi yolculuğuna uğurlandı. Cenaze namazına katılmak, o vesileyle namaz sonrası bazı dostları görmek nasip oldu.

Vefatı üzerine yapılan değerlendirmelere bakınca, “meğer ne kadar çok seveni varmış” demekten kendini alamıyor insan.

Değerlendirme yapanlar onun dosdoğru bir Müslüman, bir muhalif, bir mütefekkir, elif gibi yaşamış ve kalemini elif gibi kullanmış güzel bir insan olduğuna dikkat çekti.

Bendeniz 1986-90 yılları arası Ankara’da Vefa Yayıncılığın dergilerinde (İslam Mecmuası, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat, Gülçocuk, Panzehir) Ankara Temsilciliği yaptım. O dönemde ve daha öncesinde merhum Akif Emre İstanbul’dan özellikle de İlim ve Sanat’a ciddi katkılarda bulunuyordu. Onu hep Yusuf Yazar Ağabeyle birlikte hatırlıyorum nedense.

1990’da İstanbul’a intikal ederek adı geçen dergilerde genel yayın yönetmenliği göreviyle dört yıl daha sorumluluk üstlendim. Sonra da 1998’de dergiler kapanıncaya kadar İslam Mecmuası ile Kadın ve Aile dergilerine yazılarımla katkıda bulunmaya devam ettim.

Akif Emre Ağabey’le tanışırdık. Ama oturup bir kez bile sohbet ettiğimizi hatırlamıyorum. Bir yerlerde karşılaşmalarımızda birbirimizi tanır, selamlaşırdık. Özel bir hukuk oluşturmak nasip olmadı aramızda.

Hafızamda ona dair hep hareket halinde, hep genç ve üretken bir kişilik profili kalmış. Hazırladığı belgeseller ve köşe yazıları ile uzaktan takibe devam ettiğim Akif Emre Ağabey artık aramızda değil. O, geride bıraktığı yazıları, notları ve eserleriyle yaşayacak ve hep rahmetle anılacak.

Allah mekanını cennet eylesin. Yakınlarına sabr-ı cemil dilerim.

Onun Yeni Şafak’ta yayınlanan 16 Eylül 2008 tarihli “Paradigmaya kafa tutan simitçi” yazısını paylaşmak ve diğer bütün yazılarına ve çalışmalarına dikkatinizi çekmek istiyorum;

“Her sabah köşede gelip geçeni umursamayan ama belli bir nezaket ölçüsünde izleyen duruşuyla tezgahının başında görürdüm. Kırık dökük küçük iskemlesine oturmuş tezgahta kalan simitleri düzeltir bulurdum hep. Gelip geçene satıcı gözüyle bakmaz, kendi halinde bir şeylerle oyalanır bulurdum hep. Tanıdık müşterilerinin gözünün içine bakarak “bu sabah da almıyor musunuz” baskısından kaçınmanın bir yolu olduğunu düşündüm. Selam verdiğinizde sessiz bir nezaketle alır ama hiçbir zaman tipik simitçi tavrını takınmazdı. “Buyurun, taze simit” türü bir tezgahtarlık yaptığını hatırlamıyorum.

Müşterisi yoksa o, şehrin en işlek caddesindeki köşe başında oturur eline tutuşturulmuş gibi tuttuğu gazetesini okur bulurdum.

Bazen simit tezgahının başında bulamadığım olurdu. Beklemek zorunda kaldığım çok olmuştur. Koşarak gelir kendine özgü sessiz nezaketiyle “buyurun” derdi. Koşarak gelişi bir müşteriyi kaçırmaktan yahut yalnız bıraktığı tezgahının başına bir iş geleceği endişesinden çok orada, camekanlı simit tezgahının başında sizi bekletmeme kaygısından kaynaklandığı hissine kapılırdınız. Bunu hissederdiniz, tüm sermayesi simitlerini, o günkü satıştan elde ettiği bozuk paralarını biriktirdiği kutuyu caddenin ortasında bırakıp gitmesinden bu anlamı çıkartırdınız.

Sabahları erken gelen ilk partiye yetişememişseniz saat 10''dan sonra fırından yeni çıkan ikinci parti sıcak simit için sipariş verebilirdiniz. Büyük iş merkezlerinin katlarına hızla tırmanır kaç simit istemişseniz soğumadan poşet içinde getirirdi. Bu arada tezgahını, simitleri ve bozuk para kutusuyla birlikte bu devasa şehrin kalabalığına terk eder, tavırlarından bir şey olacağı endişesi taşımadığını rahatlıkla çıkarabilirdiniz.

Bir ara okullar tatil olduğunda ilk okula giden oğlu yardımcı olarak geldi yanına. Arasıra tezgahı oğluna emanet ettiği de oluyordu.

Geçmiş zamanlardan kalma bilge, yaşlı, piri fani ihtiyardan bahsettiğim sanılmasın. Orta yaşlarda hafif minyon, kıpkırmızı yanakları en küçük tepkide renklenen bir modern şehir satıcısı… Biraz mahcup, sessiz kendi halinde, uyuşuk değil ama dünyaya fazla metelik vermeyen, yırtıcı bir esnaf görüntüsünden uzak ama ekmeğini çıkarmak için alın teri döken bir görünümü vardı.

Herhalde hayatımda ilk defa son bir yıl içinde sabahları düzenli simit almaya başladım. Kimileri çay simit nostaljisine bayılsa da ben pek hazzetmedim. Simit tadı hiç çekici gelmemiştir. Ama sadece bu adını bile daha bilmediğim simitçiden sıcak simit almak için tezgahın başında bazen sıra bekledim bazen sabırla orta yerde bıraktığı tezgahının başına dönmesini bekledim kaldırımın ortasında.

Ramazanın ilk günü hafta başı sabahı o köşeye vardığımda bir şeyin eksik olduğunu fark ettim. Simitçi yoktu. Hayır, sadece simitçinin kendisi değil tezgahı da yoktu. O an oruç olduğumu hatırladım.

Ramazan geldiğinden beri simitçinin köşesi boş.

Hayatını simit satarak kazanan birinin Ramazanda çalışmama lüksü olabilir miydi?

Kendisi oruç tutuyor diye oruç tutmayanları sabah çay-simit zevkinden mahrum bırakmaya hakkı var mıydı? Böyle ramazanda simit satmayarak oruç tutmayan vatandaşlarımıza dolaylı baskı uygulamış olmuyor muydu? Ne yani, sabahın erken saatlerinde kahvaltı yapmadan yola çıkıp yoğun trafikte ofislerine gelen insanlar çaylarının yanında alıştıkları damak tadını bozmak zorunda mı kalacaklardı?

Tüm bu sorular karşısında bu simitçinin ramazan eylemini nasıl değerlendirmeli? Belli ki bu ekonomik şartlarda rasyonel bir izahı yok bu davranışın.

Her şeyden önce oruçlu olduğum halde ilk bana orucu, ramazanı hatırlattı. Onun o gün, o köşe başında olmayışı ile sokakta, meydanda, işyerinde, otobüs duraklarında ramazanın geldiğini hatırlatan bir boşluk bırakmıştı. Hayatımıza adeta bir işaret bırakan bu çekiliş, aslında hayatımıza giren, gelen ve dolduran ramazana yer açmak isteyen bir çekilmeydi .

Sokaktan akıp giden kalabalıktan birilerinin eteğinden çekerek haberin var mı oruçtan diyen bir çekilme…

Orucun hayatın merkezinde olduğu, asıl olanın oruç tutmak, orucun insanları tutması olduğunu ihtar eden bir çekiliş. Oruçluya karşı gayrı Müslim komşusunun bile saygı duyduğu, açıktan yemediği, birlikte iftar yapılabildiği bir iklimi hatırlatan çekilme. Oruçludan oruç tutmayana neden tutmadığını hatırlatırcasına oruçlu oluşunu açığa vurduğu için ayıplanmadığı bir toplumun erdemine bürünerek çekilme.

Hayatın kredi kartlarına, aylık ödemelere göre ayarlandığı günümüzde orucu hatırlatmak ve orucu yaşatmak adına tek geçim kaynağını “piysadan çekme”nin izahı olabilir miydi? Artık bu sorunun cevabını oruç tutanlar bile bilmiyor. Veya bu soruyla yüzleşmekten kaçınıyor. Oysa o simitçi tam da bu nedenle kaçmıyor, çekiliyor; meydanlarda oruca yer açmak için. İnsanların “mabudu para, mabedi banka” olduğu bir çağda ne anlamı olabilirdi bu tavrın. Bu çağda böylesi bir tevekkül anlayışının yeri olabilir miydi?..

Evet, simitçi hala gelmedi; çünkü Ramazan bitmedi henüz.

Piyasadan çekilerek kendi çapında sisteme posta koyuyor. Oruca saygı göstererek toplumsal dayatmaları alt üst ediyordu. Aslında çok tehlikeli bir çığır açıyor; dinin kamusal alanı kuşatmasına yardımcı oluyordu böylece. Toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik bir kalkışma olarak bile yorumlanabilirdi. Aslında o sıradan bir müslüman gibi yaşamaya çalışıyordu, ne eksik ne fazla.

Her anlamda paradigmayı parçalıyordu köşebaşındaki simitçi."

Yazının aslını okumak için;

http://www.yenisafak.com/yazarlar/akifemre/paradigmaya-kafa-tutan-simitci-12825

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.