Her ne kadar memleketimizde, gerçek anlamda düşünen insan için, hâlâ aşılması gereken birçok tabu varsa da, meramınızı yüz kişinin 99’u anlamıyorsa ya da yanlış anlıyorsa da; içsel olarak sürekli rahatsız eden hissiyat, sizi iradenizi aşan bir zorlamaya maruz bırakıyor. Zira düşünüyorsunuz ki; topluma yük olmak yerine, onlardan aldığınızdan çok daha fazlasını onlara verme çabası içerisinde olmanız gerekiyor; sorumluluk hissiyatınız varsa elbette…
Bir yandan böyledir ama, bir yandan da her ne düşünseniz suçmuş gibi geliyor insana... Bir yerlerde yanlış olmalı değil mi… Toplumun size yüklediği vazifeyi icra edemiyorsunuz çünkü… Oysa ‘beyine hürriyet tanımak’, ‘fikir beyan eden’ herkesin görüşüne itibar etmek ve onlara kendilerini rahatça ifade edecekleri ortam oluşturmak gerek… Konuştuğunuzda, yazdığınızda; acaba suç mu işliyorum, hakkımda şimdi ya da sonra takibat yapılır mı, amirim, babam, annem, patronum bana kızar mı? diye düşünmeden…
İngiltere’de, Almanya’da, Amerika’da bu endişe olmasa gerek ki; oraya bir şekilde giden ‘bizim insanımız’ kendisine zemin bulabiliyor. Nitekim Türkiye’de karşılık bulamayan, hatta kovulan Fuat SEZGİN, kendisine Almanya’da zemin bulmuş ve bilim dünyasındaki o saygın yeri haketmiştir. Gazi YAŞARGİL de benzer bir durumla karşılaşmış... Nurettin TOPÇU Sorbonne’daki teklifi reddederek hata yapıp (!) memleketine dönmüş, ama kendisine hiçbir üniversitede yer bulamamıştır. Aziz SANCAR, bir proje ekibi elemanı olarak Nobel ödülünü Amerika’daki çalışmalarıyla almıştır. Başka örnekler de var tabi… İmkân verildiğinde ve ortam oluşturulduğunda bu ülkede başarılı olanlar da...
Geçmiş dönemde Almanya’da bilimsel çalışma yapan ilahiyatçı, aynı zamanda hukukçu bir akademisyenin; ‘ilk defa ilahiyatçı olmam nedeniyle saygı gördüm’ anlamında beyanatını hatırlıyorum; kendisine ilahiyat eğitiminin daha geniş bakış açısı getireceği iltifatı ile birlikte… Ya da üst düzey bir bürokratımızın yurt dışı lisansüstü eğitiminde sayfalar dolusu yazmasına rağmen, hocasının; ‘burada sana dair bir şey göremedim’ diyerek eleştirdiğini; kendisinin ‘efendim, verdiğiniz bütün kaynakları okudum ve hepsini de yazdım’ cevabı üzerine; ‘onlar bana ait olanlar, ben senin düşüncelerini merak ediyorum’ diye aynı eleştiriye devam ettiğini bize bir konferansta anlattığını hatırlıyorum. Böyle bir ortamda ‘düşünce beyanı’ ya da ‘özgün düşünce’ elbette iltifat-saygı görecek ve gelişecektir.
Küçük bir örnek de kendimden… Çalışma alanlarımdan birisi de İslam Ekonomisi ve Finansı... Bu konuda yaptığım bir çalışma geçmiş yıllarda ödüle (mansiyon) değer bulundu. Ancak ben ödül alan bu çalışmamı doçentlik dosyamda kullanıp kullanmamakta tereddüt ettim. Neyse ki; çalışmamı dosyama ekledim, sorun da olmadı… Ama olabilirdi de… Oysa ödül almış bir çalışmanın muhatabına değer katması gerekmez mi...
Yapılan bilimsel çalışmaların akademik yükselmenin önünde bir “engel” olarak durması nedeniyle akademisyenler de doğal olarak yeterince cesaretli davranamamaktadır. Zira ülkemizde varlığı yıllardır tartışılan “düşünce” ve “düşünceyi açıklama” hürriyeti aslında en serbest kürsü olması gereken üniversiteleri dahi etkilemiş, akademisyenler çoğu zaman resmi düşüncenin hassasiyet gösterdiği kimi konularda çalışma yaparken sürekli risk almışlardır. Düşüncenin en önemli kurumları olan üniversitelerde bu husustaki ileri adımlar ümitleri de yeşertmektedir.
İnsanların yeteneklerini ortaya çıkarmak için, onlara herhangi bir endişe taşımadan kendilerini ifade etmelerine fırsat tanımak gerek... Bu ilke, kişisel-ailevi ya da sosyal hayatımızda da böyle, devletler için de... Söylediklerinizi sürekli risk alarak söylüyorsanız yıkılması gereken daha çok tabu var demektir. Bu ülkede ilim adamları, en az zenginler kadar cesur olmalı oysa... (uyarlama)
Aslında ‘sorun’un kaynağı ya da ‘soru’nun cevabı belirsiz değil. Ama işte ‘her ne düşünseniz suçmuş’ hissiyatının düşünme bağlamı size dair pozitif, bunu ifade edemiyor olmanın sizin üzerinizde her kimin gücü-yetkisi varsa, onlara dair negatif yanı temsil eder. Yanlış yerde duran siz değilsiniz bir başka deyişle…
Akademisyen herhangi bir devlet memuru olmadığı gibi, üniversiteler de lise değildir. Tek tip kıyafete ve mesaiye zorlanamaz-zorlanmamalıdır (şükür ki kalktı artık). Bilgi üretmesi gereken bir kurum nasıl böyle suni şeylerle meşgul edilebilir… Düşüncesinden dolayı kendisini baskı altında hisseden kişi nasıl üretken olabilir. İnsanlar sürekli aynı şeyi tekrarlasaydı, bir başka deyişle sıra dışı şeyler söylemeselerdi hala mağaralarda yaşıyor olmaz mıydık…
Üniversiteler, parayı verenin düdüğü çaldırdığı yer de olmamalıdır. Bu ilke, devlet için de hükümetler için de, dün için de bugün için de yarın için de geçerlidir. Ancak, diğer hususlarda olduğu gibi burada da siyaset baskın gözükmekte, siyasi bağlantı kurmak istemeyen kimse söz ya da yetki sahibi olamamaktadır. Mevcut durumda bağlantı kurdukları kimseler nezdinde kendilerini borçlu hissetmekte, haklı-haksız taleplere karşı duramamaktadır.
Akademik düşünceyi içselleştirememiş birisi nasıl dursun ki… İçselleştirseydi hiç talip olmazdı zaten... Böyle bir durum sadece size değil, bizzat ilmin kendisine zarar vermektedir. Zira merkezde siyaset varken, ilmin gerektirdiği hakikati dillendiremezsiniz.
Hiçbir akademisyen ekmeğini yediği (devletin-siyasi iktidarın) kılıcını sallamak zorunda olmamalıdır. Devletin imkân sağlaması gerekir elbette… Ama bu, akademisyenlerin emir kulu olması anlamına gelmez. Geçmişte Fatih Sultan Mehmet gibi bir cihan padişahı kendi finanse ettiği bir medreseye ancak sınavla girebilmiş, bir müdahale girişimi müderrislerin sert tepkisiyle karşılaşmış, eğer böyle devam ederse her biri cihan padişahına medreseyi terk edecekleri uyarısında bulunmuşlardır.
Statükonun temsilcisi bürokrasi-devlet, değişimin temsilcisi ise üniversitedir. Üniversiteler ezber bozan kurumlar olmalıdır. Akademisyenlerin görüş ve düşüncelerin açıklanması izne tabi olmamalıdır. Üniversiteler beyin fırtınası yapılan yerler, düşünce ve bilgi üreten kurumlardır. Akademisyenin kimseye yaranma gibi bir kaygısının olmaması gerekir.
Bir fikir üretme merkezi olması gereken üniversitelerin sadece resmi düşüncenin tekrarlandığı mekanlar olmaktan çıkarılması bir başka gerekliliktir. O halde ezberleri bozmak, eski köye yeni adetler getirmek gerekir. Elbette bu, müslüman mahallesinde salyangoz satmayı da gerektirmez.
Mal zenginliği kısa vadeli, bilgi zenginliği uzun vadelidir. Diyojen’i herkes bilir de, patika yoldaki, "keçiyi" kimse bilmez. Oysa "keçi" zengin ve semirtik, Diyojen fakir, çelimsiz ve pejmürde idi... Hangisi kıymetli sizce… Zengin olamayabilirsiniz ama herkesten daha fazla bilgi sahibi olmanızı kimse engelleyemez...
Akademisyenlik para kazanma yeri de değildir. Sanat, sanat içindir bir başka deyişle… Eğer akademisyenlik paraya endekslenmişse, ticarete (çıkara) alet ediliyor demektir. Bu durumda da hakikati ifade edemezsiniz. Bir başka deyişle bilimi çıkara-menfaate kurban etmiş olursunuz. Para kazanmak için açılan programlar, yükselmek için yapılan bilimsel çalışmalar, teşvikten yararlanmak maksatlı kongreler... hep bu sakat düşüncenin eserleri...
Eskiden bir gazete tencere-tava pazarlayan gazetelere nisbetle; 'bizim gazetemiz sadece kitap verir' derdi. Şimdilerde kimi (daha doğrusu çoğu) akademisyen (!) de işi ile ilgilenmek yerine rant peşinde koşuşturuyor. Konferans için pazarlık yapan 'ilim' adamlarını düşünün; para için Allah'ın (!) anlatıldığı... Ne günlere kaldık Allah'ım... (devamı var)