Şu fani dünyada ilk insan, ilk peygamber atamız Hz Âdemden beri yaşayan tüm insanlar, tekmil milletler sonsuz iyiyi bulmak , tükenmez güzelliği yakalamak, bitmez mutluluğu elde etmek için biteviye çırpınmışlar. Umutsuz bu arayış bu günde devam ediyor, yarında devam edecek. Dermansız bir derdin (ölümün) zebunu olan Ademoğulları, çaresiz kaldıkları bu olgu karşısında üzülmekten, boyun eğmekten, teslim olmaktan başka alternatifleri olmadığı apaçık ortada iken bu arayışı kıyamete kadar sürdürecekler gibi görünüyor. . Bu açık ve acı hakikate rağmen Ademoğulları hüzünlere oba kuran gönüllerini sükuna erdirmek için sürur diyarlarına yol aradılar ve arıyorlar. Bu amaç için saadet dağlarının sarp doruklarına tırmandılar,. Kızıl gök ile birleşmiş gibi duran selamet zirvelerine kementler attılar. Bu doruktan çağıldayan, serin, berrak, tatlı; içenleri " ölümsüz!" yapan, “abı hayat” suyunu, hüzünler ülkesinin(dünya) gamlı insanlarına getirmek istediler. Bu gayeyi gerçekleştirmek için nice kahraman, yiğit, mert, korkusuz gençler, tehlikeli yamaçlardan geçerek, korkunç uçurumların kenarlarında şaha kalkan azap yangınlarında yanmayı göze alarak, bu kutlu lakin bir o kadarda tehlikeli vazifeyi deruhte etmeye çalıştılar. Ama Heyhaaaat!
SENARYO BÖYLE DEĞİL ÇÜNKÜ
Kaderi yazan, bu fani, bu küçücük, bu yalan dünyayı, tüm cihanı, bütün evreni ve sonsuz âlemi yaratan, kaderi belirleyen böyle yazmamış senaryoyu: :
-“Kullarım!” Demiş, sizler için bir oyun yazdım. Bu oyunun en büyük özelliği" Baki" yani sonsuz olması. Bu oyunun oynanacağı gerçek sahne o kadar büyükki fani akıllar onu istiap edemez. Ben size şimdilik bu oyundan çok kısa bir bölümü, şu küçücük dünya sahesinde gösteriyorum. Oyunun devamı sonu olmayan bir zamanda (ebed) , sınırı olmayan bir mekanda (arş, kürs) devam edecek.
- Kullarım! Bu oyunda baş rolü sizlere yani insanlara verdim. Mahlûkatın (yaratılanların) tekmilini size hadim/yardımcı kıldım. Ey eşrefi mahlûkat olan insan! Sana bu geçici dünyada verdiğim akıl, (tercih etme, mukayese yapabilme, ileriyi düşünebilme) nimetine karşı; ücreti katbekat sonsuz âlemde ödenmek üzere bazı vazifeler vereceğim.
HERKES ONU ARIYOR ASLINDA
Bu apaçık gerçek, bu inkâr edilmez hakikat, bu büyük akış asırlardır, aklı olan herkes için, her gün, her saat, her dakika tüm canlılar, tekmil varlıklar tarafından milyarlarca kez görülmekte.Hakikat ilmine kavuşmuş, gerçek kul olmuş, mü'min gözler görüyor ki ;" asırlar boyunca yaşasak da, ağa, bey, paşa olsak da... yazılanlar geliyor başa. Simsiyah saçlara karlar yağıyor,gören gözler görmez, duyan kulaklar duymaz, atan kalpler atmaz oluyor. Yapraklar kuruyor, çiçekler soluyor. .Evladu ıyal, ana, baba, gardaş, yar...Hepsi ama hepsi bu dünyayı terk ediyor.
Bunlar inkar edilemez gerçekler. Lakin bir gerçek daha varki o pek bilinmiyor. .O da şu: Bütün Adem oğulları, yokluktan varlığa geçerken (ruhların yaratıldığı anda) Rabbimiz onlara gerçek ve sonsuz güzelliğin, bitmeyen tükenmeyen iyiliğin zerre kadar parçaların gösterdi. Tadına doyum olmayan tüm lezzetlerden bir zerre tattırdı. İşte o zamandan beridir insanlar bu dünyada hep onları ararlar. Şairler mısralarında o gördüklerini anlatmanın derdindeler. Ozanlar türkülerinde duydukları o güzelliği aktarmak isterler, Dertli gönüller, özlem dolu yürekler ilahilerde, zikirlerde bu hakikatten gönüllerine yansıyanları mırıldanırlar. Bülbüllerin şakımasında, güllerin kokmasında, deryaların fırtınalarla köpürüp coşmasında hep o demin izleri vardır.
Atamız Yavuz’u çöllere düşüren bu sonsuzluk gülünün rengi idi. Fatih dedemizi Bizans surlarının önüne getiren de ne İstanbul’du ne de basit bir cihangirlik gavgası; O da bu sonsuz hakikatin peşine düşmüştü. Onun topları surları bu sır adına yıkıyordu. Mecnun’un, Ferhat’ın, Kerem’in, Romeo’nun… Ardından koştukları ne Leyla idi, ne Şirin, ne Aslı idi ne de Jüliet, hepsinin aradığı ruhlar âleminde gördükleri güzelliğin yansıması idi sadece.
Itriyi, Hafız Post’u, Dede Efendi'yi, Vivaldiyi, Bach’ı, Chopin’i … Musiki göklerinden güller dermeye gönderen bu sonsuzluk şarkısının birkaç notası idi hakikatte. Yunus’a hırka giydirip bülbül gibi şakıtan Taptuk olmadığı gibi, Mevlana’yı ney'e hapsedip binlerce mısra yazdıran da Şems.değildi. Kelam Erbabının kalemi bu hakikati aradı asırlardır ve elanda aramaya devam ediyor. .Kısaca tekmil insanlık ezelde gördüğü bu sonsuz güzelliğin, ezelde duyduğu bu mükemmel sesin, ezelde tattığı o eşsiz lezzetin peşinde. İşte “Ab-ı hayat” bu arayışın somutlaşmış adıdır lügatimizde. Azımız bunun farkında çoğumuz ise gaflette. Çünkü "Ab-ı hayat'ı" içen sadece Hızır ve İlyastır Yunusun mısralarında.
Bize verilen senaryoyu (kuranı) iyi okuyalım. Hayat kılavuzumuz olan Kur'andan Senaristin bize verdiği insanlık,/kulluk rolünü eksiksiz öğrenip, güzelce oynarsak, sonsuzluk sahnesinde ebedi mutluluğu, bitmeyen huzuru, tükenmeyen lezzetleri kazananlardan oluruz inşallah.