Pek de uzak olmayan bir zamanda Çin’ de Mareşal Eul-Chann-Ming’in özel doktoru olarak bulunuyordum. Çok güvenini kazanmıştım. Bir yabancı olarak, bana karargah içinde istediğim yere girme izni verilmişti. Bununla birlikte ünlük politika işlerinden elimden geldiği kadar uzak kalmaya uğraşmama rağmen şehir baskınlarına, esir katliamlarına ve kitle halindeki idamlara defalarca şahit oldum. Fakat Çin de geçirmiş olduğum beş yıllık zaman içinde bana çok etki eden en canlı hatıra şu olmuştur.
Han- Cheou şehrindeydik. O gün 74 mahkum kurşuna dizilecekti. Doktor olduğum için sabahı.n erken saatinde alana gittim. Ateş emrini verecek olan genç bir subayda takımıyla gelmiş bekliyordu. Sonunda tetiklerini her çekilişinde, doldurulmuş olan on iki tüfek birden ateş etmeye başladı. Her ateş emrinde sonra bir çizgi halinde uzanan mahkumlardan biri eksildi. Bu kargaşalık arasında sondan ikinci, yani 73 üncü mahkuma gözüm ilişince hayretimden dona kalmıştım. Zira bu zavallı rahat rahat kendini unutmuş bir halde bir kitap okuyordu. Evet bir kitap okuyordu. Kendisine doğru yaklaşan ölüme aldırmaksızın, çevresini saran ve kendine yaklaşan faciayı biliyormuş gibi kitap okuyordu.
Bütün bu korkunç gürültüler, barutun genzi yakan, kanın mideyi bulandıran kokusu onu rahatsız etmiyordu. Bu durumdaki bir insanı böyle bir anda çekebilen kitabı çok merak etmiştim. Arka taraftan kendisine yaklaşarak omuzları üzerinden kitabın ismini okuyabildim. Michel Majer’ in Latince yazmış olduğu bu kitap “Atlanta Fugines” ismini taşıyordu. Çince yazılmış bir kitap görseydim, belki de bu kadar şaşmayacaktım. Her şeye rağmen onunla konuşmaktan kendimi alamadım. “En son dakikalarınızda sizi teselli edecek böyle bir kitap olabilir mi?” Gözlerini okuduğu kitaptan ayırmadan çok güzel bir İngilizce ile cevap verdi: “Bütün ömür boyunca edinilmiş olan tecrübelerin, bir dakika içinde boş olduğu anlaşılabilir.Öyle ki Ölüm yaklaşırken bile..”Bu cevaba söylenecek hiçbir şey bulamamıştım.Et ve kandan örülmüş böyle bir duvar karşısında nasıl bu kadar sakin olabiliyordu?
Çinlinin yanından ayrılmıyordum.Ama o, benim onun yanı başında durduğumun farkında bile değildi.Genç subayın kılıcı her iniş kalkışta yeni bir mahkumun vücudu delik teşik oluyor ve korkunç bir şekilde yıkılıyordu.Bütün bunlara rağmen bu esrar dolu insan kılını kıpırdatmaksızın okuyor ve başka bir alem içinde yaşıyordu.En fazla otuzunda gözüken bu genç adamın yüzü parlak, sıhhatli ve renkliydi.Aynı sessizlikle elindeki kitabın sahifelerini çevirirken kendimi tutamadım. “Sizin için bir şey yapabilir miyim? Acaba son bir dileğiniz var mı?”diye sordum.Hayatını kurtarabilmem için yalvarmasını bekliyordum. Ama o, başın kaldırarak, alaycı bakışlarla beni süzdü. O zaman derin bir uykuda olduğumu anladım.Dalgın ve sakin bir sesle:“Hepimizin ölüm saati önceden tespit edilmiştir. Üniformalı olan şu genç adam, elinde hiç de yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum. Siz tanrının huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek ve ya almak hakkını bunlara kim vermiş? Yanılıyorsunuz..?” dedi ve tekrar gözlerini elindeki kitabına çevirerek okumaya devam etti.
Henüz kırk altı mahkum öldürülmüştü. Bir den bire genç teğmenin sendelediğini gördüm. Evet kılıcı elinden düşmüştü. Dizleri kıvrıldı ve olduğu yer yığıldı. Ne olduğunu anlamak için yanına koştum. Ama yaptığım muayene hiç bir işe yaramadı. Kalbi artık çalışmıyordu. Ani bir ölümla karşı karşıyaydım, sebebi de belirsizdi. Dehşet içinde kaldığımı, büyük bir ağırlık altında ezildiğimi duyuyordum. Gözlerim kendiliğinden Çinli yi aradı. O aynı kayıtsızlıkta kitabını okumaya devam ediyordu. Alanda bulunan başka bir subay yere düşen kılıcı eline alarak yarıda kalan işe devam etti. Mahkumların sırası gittikçe küçülüyor ve ben soğuk soğuk terlediğimi seziyordum. Dizlerim titriyordu. Çinli nin ilk kehaneti gerçek olmuştu. Ya ikincisi..Benim gibi bir ilim adamına hiç te yakışmayan bir duygu ile dehşet içinde kamıştım. Evet her şeye rağmen Çinli nin söylediklerine ben de inanmıştım. Elimde olmadan hayatımdan da korkmaya başladım. O sırada hükmün infaz edilişini kontrol etmek üzere beyaz Rus köklü bir Çin albayının atıyla yaklaştığını gördüm.Çevreme bakınmaksızın koşarak ona yaklaştım.Atın dizginlerine sarılarak kendisini durdurdum.Hayretle bana bakıyordu.Kendimi toparlayarak sakin bir sesle: “Sayın albay beni sevindirmek istemez misiniz?” diyebildim. “Memnuniyetle doktor” diye cevap verdi. Bunu içten söylüyordu.Çünkü kısa bir zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim. Umutsuz bir sesle:“73. mahkumu bana bağışlayın.Yaşamak onun hakkıdır.Daha o kadar genç ki.."diyebildim.Albay şaşırmıştı: “Çok üzgünüm, ama olmayacak bir şey istiyorsunuz aziz doktor” diye cevap verdi. “Mareşalin vermiş olduğu emirlere ne kadar titiz olduğunu, benim kadar siz de bilirsiniz.”Hakkı vardı. Soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım.Ortadan silinmek, bütün olanları unutmak istiyordum.
Ama o hala kitabından gözlerini ayırmıyordu.Böylece kendine yaklaşan ölüme meydan okuduğuna inanıyordu.Sıranın kendine gelmesi için ancak dört mahkum kalmıştı.Kalbim şiddetle çarpıyor, gözlerim ondan ayrılmıyordu. Birden bire tiz bir boru sesi ile ateş kes işareti veren bir emir atlısı dört nala alana girdi. Albayın yanına gelince dizginlerini o kadar şiddetle çekti ki hayvan arka ayakları üzerinde şaha kalktı. Attan atlayan asker albaya bir zarf uzattı.Bu esnada meydanı dolduran cesetler arasında sıralarını bekleyen, sadece iki mahkum kalmıştı.Namluların kendine çevrildiği şu anda bile o, hala kitabını okuyordu.Albay elinde ki kağıda acele ile bir göz attıktan sonra elini kaldırarak ateş kes emrini verdi.
Ne olduğunu anlayamamıştım. Zihnim hep onu düşünüyordu. Sonunda albayın bana işaret ettiğini gördüm.Yanına gidince: “Koruduğunuzadamın şansı varmış doktor, gelen emir ona ait” dedi. Artık tek bir kelime söylenemezdi. Sevinç ve heyecanla ona doğru ilerledim. Sanki kurtulan bendim. Bu müstesna insan sarsılmaksızın dimdik duruyor, kitabı elinden sarkarken, gözleriyle uzaklara, pek uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Kıpırdamayan çehresinde ne korku, ne de sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda gözlerimin önünden o da silindi. Fazla bir şey hatırlamıyorum. Kendime geldiğim zaman kaybolmuştu. Kendisini tanımayı çok istediğim halde onu, onu hiçbir zaman göremedim.Hala yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum.(Dr.Springer Galiban’ın kaleminden-Nisan 1996)
e-mail: naimozguner81@gmail.com / facebook / Naim Özgüner