Birincisinde (12 Eylül) henüz on yaşında, ikincisinde otuzlu yaşların başındaydım. Birincisinde ilkokulda, ikincisinde doktoramı (28 Eylül 2001) bitirmek üzereydim. Yine birincisinde soğuk savaş zirve noktasına ulaşmış, Sovyetlerin dağılacağına dair hiçbir emare yokken, ikincisinde Sovyetlerin yerinde yeller esiyordu. Birincisi iç (?), ikincisi uluslararası siyasetle ilgili idi. Ben henüz ‘siyaset’ veya ‘politika’ ile ilgili değildim ama sonraki gelişmelere bakılırsa pek de bir zaman kalmamış gibiydi. Nitekim henüz ortaokulda olmama rağmen, 1983 seçimleriyle gayet de ilgiliydim.
O gün başlayan ilgim hiçbir zaman birincil düzeye, yani herhangi bir şekilde aktife dönüşmedi ama, üst düzey ilgimin ateşi hiç sönmedi de desem yeridir. Değişime uğradı elbette… Nitekim politik olarak başlayan ilgim çok geçmeden ‘siyaset’e evrildi. Angajman düzeyindeki ilgimi üniversiteye başladığım ilk yıllarda sonlandırdım zira...
‘Siyaset’ başka bir şey tabii… Üzerinde durmayacağım ama, ipucu vermek gerekirse, siyaset parti bağlantılı olmayan millet-memleket-ümmet-insanlık meselesi ile ilgili konulardır.
Okuyacağım bölümü de ona göre tercih etmiştim zaten... Zira kamu yönetimi, siyaset bilimi ile uluslararası ilişkiler birbirinden bağımsız değildir. Yakın tarih ve siyasi tarih bağlamındaki uykularımı kaçıran ilgim zaman zaman başıma dert açsa da, eğer kendinizi sorumlu hissediyorsanız, isteseniz de vazgeçemiyorsunuz.
Aradan geçen kırk küsur ve yirmi küsur yıla rağmen bu iki hususu birbiriyle nasıl ilişkilendirdiğimi merak edebilirsiniz. Öncelikle bilinmesini isterim ki her ikisi de yüksek duyarlılığım olduğunu ifade ettiğim ‘siyaset’le, yani millet memleket, ümmet-insanlık meseleleriyle doğrudan ilgili konulardır. İkincisi ‘ben’ kendimi ‘sorumlu bir insan' olarak tanımlıyorum; sadece kendimden değil, gücüm nisbetinde işte yukarıda ifade ettiğim anlamda ve siyaseten…
Her iki konu da doğrudan soğuk savaşla ilgili… Nitekim soğuk savaşın son hız devam ettiği 1980’li yılların başında her iki kutup da nüfuz alanını genişletmek için kıyasıya mücadele içerisinde idi. Tehdidin büyüklüğü doğrudan karşı karşıya gelmeleri konusunda tarafları ‘caydırsa’ da; Kore, Vietnam, Afganistan gibi ülkelerdeki sıcak savaşlarda dolaylı ya da vekaleten de olsa karşı karşıya geldiler. 12 Eylül’deki müdahale esasen bu nüfuz mücadelesinin bir parçası olup, fillerin oyun alanı o an için NATO üyesi olması hasebiyle Batı Blokunda içerisindeki Türkiye coğrafyası idi.
70’li yıllarda ideolojik beyin yıkama genç nüfus arasında zirve yapmış, Türkiye neredeyse kendi Che Guevera’sını (Deniz Gezmiş) çıkarmış, hatta kimi yerler ‘Küçük Moskova’ ismiyle ‘kurtarılmış bölge’ ilan edilmişti. Durumu farkeden Anadolu çocukları da karşı eyleme geçmiş, neredeyse adı konmamış bir iç savaş başlamıştı.
Darbe için de gerekçe lazımdı elbette… Yoksa iç ve dış kamuoyunu nasıl ikna edecektiler. 12 Eylül’le birlikte bütün olaylar sonlandığına göre, anlaşılan kamuoyu ikna edilmişti. Öyle de olmuştu gerçekten... Nitekim 12 Eylül sabahından itibaren sıradan insan nezdinde sokaklar sakinleştiğinden tepkiyle de karşılanmadı.
Yeri gelmişken benim adına ‘siyaset’ dediğim millet-memleket meselesi ile de bağlantı kuralım. Çünkü her nasıl halihazırda yasal zeminde politika yürüten kimi partiler FETÖ-PKK destekçisi ise, benzer işbirlikçiler o dönemde de vardı. Bu yüzden sol hareketler kuvvet kazanmış, önde gelenleri de kahraman ilan edilmişti. Darbe de aynı gerekçeye dayandırılmıştı. Nitekim darbe lideri Evren, darbeden sonra yaptığı bir mitingde konuya vurgu yapıyor, ‘12 Eylül müdahalesi olmasaydı Ankara’ya kızıl bayrak dikeceklerdi’ (daha önce dinledim, ama linkini bulamadım) diyerek sahibi adına yürüttüğü darbeyi de kendisince meşrulaştırıyordu. O dönemde CIA Türkiye masası şefi (Paul Henze) Başkan Carter’e ‘Ankara’daki çocukların (boys) işi başardığını’ rapor etmişti. ‘Onların çocukları’ başarmıştı(!) yani... Bu, işbirlikçiliğin ötesinde bir şey...
Gelelim 11 Eylül’e… 11 Eylül muamma olma durumunu halen korumakta olup, üzerindeki sis perdesi henüz tam olarak kaldırılabilmiş değil... Bilenler biliyor elbette… Ama öylesine profesyonelce bir organizasyon ki; ilk adım bizzat Amerika’nın kendi içerisinde yapılan 'darbe' ile atılmıştı. Nitekim iktidara getirilen orta zekalı İkinci Bush, gayet kullanışlı bir figürdü. Nisbi olarak zeki olan Al Gore, yine tartışmalı ama bir o kadar profesyonelce bir yöntemle bertaraf edildi. Ve koltuğa 11 Eylül bağlantılı politikaları hayata geçirmek üzere Oğul Bush oturtuldu.
Sırası gelmişken yanlış bilinen bir hususu da düzeltelim; Amerika’yı başkanlar filan yönetmez. Amerika’yı lobiler, onları da bağlı olduğu müesses nizam, hatta onların da içerisinde yer aldığı mason teşkilatları yönetir. Mason teşkilatının başındakilerin kim olduğunu teşkilatın içerisindekiler dahil hiç kimse bilmez.
Çok komplo geldi değil mi… Ben komployu bilimsel düşüncedeki ‘teori’ye benzetiyorum. Teori, kesin ispatlanmış bilginin (kanun) bir önceki halidir. Bir başka deyişle yanılma ihtimali sözkonusudur ama, sahip olduğunuz bilgi birikimi ve analitik yetenekle düşünceniz (hipoteziniz) kesine yakın bir şekilde birbirini tamamlıyorsa adına komplo da dense makbul bir bilgidir bu… Zira sizin küresel düzeyde gizli olan bilgilere bir bütün olarak ulaşmanız mümkün değildir. Bu yüzden bu türden çıkarımlar önemlidir. Biraz da; elbette altıncı hissinizin güçlü olması gerekiyor. Siz buna feraset de diyebilirsiniz.
Mason teşkilatları da siyonist ideolojiye göbeğinden bağlı olup, bu ideolojinin görünür hale geldiği ülke çok masum gibi gözüken İsviçre’dir. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; Avrupa’nın altını üstüne getiren Hitler İsviçre’ye dokunmamıştır-dokunamamıştır bile... ‘Tarafsızlık’ filan masal… Düşünce temelleri bu ülkede (1897-Basel) atılan siyonist devlet, İkinci Dünya Savaşının hemen akabinde (1948), üstelik kadim topraklarda vücut bulmuştur. Dünyada her nekadar kara-çalıntı-haksız para varsa kendisine bu ülkedeki bankalarda zemin bulmakta, İsviçre banka sırlarını paylaşmamak için Avrupa Birliğine dahi müracaat etmemektedir.
Dünyanın geleceğini ilgilendiren kararlar da hala bu ülkede (Davos) alınmaktadır. (https://www.youtube.com/watch?v=4EDORSxv4CI) İsviçre’de kurulan misyonlu tek devletin İsrail olmadığını da hatırlatmak isterim. (https://www.youtube.com/watch?v=YUzG82toSX0) (https://www.yeniakit.com.tr/video/gundeme-bomba-gibi-dustu-israilli-yazar-turkiyeyi-ataturkle-beraber-sabetaycilar-kurdu-58070.html).
O halde; ‘banane Amerika’dan’ ‘one minute (van minüt)’, diyebilmenin kimlerin ayağına basma cür’eti olduğunu bir düşünün ve gelecek planınıza da sizi meşgul etmek üzere önünüze konulan yemlere göre değil sorumlu insan olarak yön verin. Zira balığı da, fareyi de tuzağa düşüren işte önlerine konan o yemdir. (devamı var)