Yıl 1994, Urfa’ya 20 km mesafede Urfalıların XERAWREŞK dedikleri bir bölgede sürüsünü otlatan Mahmut Kılıç adındaki bir çoban dikdörtgen şeklinde üzerinde oymalar olan taşlar buluyor ve alıp sağduyulu bir şekilde yetkililere götürüyor.
Kısa zamanda bu bölge dünya arkeoloji çevrelerinin dikkatini çekiyor ve kazılar başlatılıyor. Dünyanın önde gelen arkeoloji uzmanları kazılara bizzat katılıyor ve çok geçmeden dünya tarihini yeniden yazdıracak öneme sahip bulgulara ulaşılıyor.
Literatüre GÖBEKLİTEPE HÖYÜĞÜ olarak geçiyor. Arkeolojik olarak Çanak Çömlek Öncesi Neolitik A Dönemi'ne ait olan Göbeklitepe'de, toplam 20 adet olduğu belirlenen üzeri açık yapıların dini amaçlı yapılmış olduğu ve dünyanın ilk tapınakları oldukları tespit ediliyor.
Kazılara başkanlık eden Alman Arkeoloji Enstitüsü görevlisi Prof. Klaus Schmidt, yaptığı açıklamaların birinde, "Önce tapınak geldi, şehir sonradan geldi" diyerek erken medeniyet tarihine yeni bir açılım getiriyor. Prof. Schmidt'e göre, bu tapınağı yapanlar "Yeryüzünde ilk kez evren nedir, biz neden buradayız sorusunu kendilerine soran" kişilerdi. Yine Prof. Schmidt, İncil, Asur tabletleri ve Tevrat'ta geçen metinlere dayandırarak, "12 bin yıllık Göbeklitepe, aslında Adem'le Havva'nın yaşadığı 'Garden of Eden' (Cennet bahçesi) olarak anılan kutsal mekan" diyor.
İngiliz Daily Mail Gazetesi'ne konuşan uzmanlar, höyüğü "Medeniyetten ve her şeyden önce Göbeklitepe vardı" ifadesini kullanarak tanımladı. Bunlardan Stanford Üniversitesi'nden Lan Hodder, "Göbeklitepe tarihle ilgili bildiğimiz her şeyin değişmesine sebep olacak" derken, Witwatersrand Üniversitesi'nden David Lewis Williams, "Göbeklitepe tarihin gelmiş geçmiş en büyük arkeolojik keşfidir" diyor. Yine Reading Üniversitesi'nden Steve Mithen, "Burası insan aklının anlamakta zorlanacağı kadar olağanüstü" derken, Göbeklitepe kazılarına başkanlık eden Alman arkeolog Klaus Schmidt, "Tüm kanıtlar gösteriyor ki burası insanlığın doğduğu yer" dedi.
Yani Urfa’da 12 bin yıl öncesine dayanan medeni bir yaşamın izleri var. Belki de Prof. Schmidt’in dediği gibi Hz.Adem ve Hz. Havva gerçekten burada yaşadı. Böylesine kadim bir medeniyete sahip başka bir coğrafya var mıdır acaba?
Daha eski medeniyetlere ait başka bölgelerde yeni bir kanıt bulunmadığı sürece coğrafyamızın medeniyet geçmişiyle övünebiliriz. Fakat gelin görün ki böylesi bir medeniyet geçmişimizin kodlarıyla yine kendimiz oynuyoruz. Neden mi? Açıklayalım dilimizin döndüğünce.
Anadolu coğrafyası birçok medeniyetlere yurt olmuş, olduğunu da kazma vurulan her karışından fışkıran tarihi eserleriyle bütün dünyaya ispat etmiştir. Hz. Nuh’un gemisinden tutunda, Sümerlere, Akatlara, Urartulara, Hititlere, yunan ve birçok medeniyete ait kalıntılara ve mitlere Anadolu’da rastlamak mümkün.
Bu eserlerin bulunduğu bölgelerin isimleri de bu kadim geçmişin birere kanıtı niteliğinde. Hattuşaş, Sparta, Truva, Cudi gibi coğrafi isimler geçmiş medeniyetlerin ve mitlerin bu coğrafya ya ait olduğunun kanıtları olarak değerlendirilir.
Yakın tarihte bu isimler üzerinde yeterince oynandı. Binlerce yıllık isimler Rumca, Arapça, Kürtçe, Çerkezce, Ermenice ve hatta bu dillerden da daha eski medeniyetlere ait isimler Türkçeleştirildi. Geçmiş ile aradaki tüm bağlar kopartılarak toplumsal hafıza nerdeyse sıfıra indirgendi. Tabi bunun sonucu olarak yakın zamana kadar dünya konjonktürüne etki edebilecek bilgi ve donanımdan da mahrum kaldık. İdeolojik fanatizmin bedeli gerçekten ağır oldu. Fakat asıl olumsuzluk geçmişle olan tüm kültürel bağların kopması ile kendisini gösterdi.
Bunları şunun için söylüyorum; “Göbeklitepe” dediğimiz yerin ismi binlerce yıldır yöre halkı tarafından da kullanılan “Xerawreşk”dir. Yani Kürtçe bir isimdir ve “kara-harabe” anlamına gelmektedir. Bu isim oranın ismi olduğu kadar 12 bin yıllık bir kültür mirasının da ismidir.
“Xerawreşk” isminin kullanılmayarak uydurma bir “Göbeklitepe” isminin oraya verilmesinin izahı nedir? “Göbeklitepe” isminin coğrafya ile nasıl bir çağrışımı olabilir ve bulunan anıtları nasıl anlamlandırabilir?
Böylesi bir isim değişikliği ancak tarihi tersyüz eder ki, toplumsal hafıza ile bilerek veya bilmeden oynamaktır. Bu tür tarihsel anıtlar ancak kendi isimleri ile anlam bulur ve başka dönemlerde bulunabilecek yazma eserlerle ancak yine kendi isimleriyle ilişkilendirilebilir.