ARAPDÜNYASINDANELER OLUYOR?
Birinci Dünya Savaşından sonra tertiplenen Ortadoğu haritası aslında doğal bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmamıştı. Gerek ülkelerin sınırları, gerekse o ülkeler için öngörülen siyasal rejimler, bu düzenlemeyi yapan Avrupa ülkeleri tarafından belirlenmişti. Haliyle sınırlar olsun, rejimler olsun Avrupa’nın güdümünü ve denetimini kolaylaştıracak biçimde oluşturulmuştu. Bu ülkeler –Türkiye hariç değil- sivil veya askerî diktatörlüklerin eline teslim edilmiş bulunuyordu. Yönetimler bir eli yağda bir eli balda yaşarken halk kesimi ise bugünden yarına nafakasını nasıl sağlayacağını bilememenin çaresizliği içine düşürülmüştü.
Afrika’nın Batısından başlayıp Uzak Doğuya kadar uzanan bölgelerde yaşayan insan kitlelerinin genel olarak adaletsiz bir gelir dağılımının çarmıhında gerili yaşadığı kimsenin meçhûlü değildi. Yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, söz ve fikir özgürlüğünün sıfırlanması, her türlü baskı ve en dramatik olanı bütün bu umutsuzluk duvarları arasına gömülmüş bulunan insanların kendilerini çaresizlik içinde hissetmesi... Bu, nereye kadar sürecekti ve nerede, nasıl patlak verecekti? Derler ki, basınç uygulanan bir balon en zayıf noktasından patlar veya bir zincir en zayıf halkasından kırılır... Öyle de oldu. Olay, daha önce birkaç zayıf başkaldırı hareketini denemiş olan Mısır’da değil, fakat Habib Burgiba’nın mirasını tevarüs etmiş olan Tunus’ta patlak verdi...
Yukarıdaki tasvirimiz, olayı salt iktisadî gerekçeye dayandırıyormuşuz izlenimini verebilir. Evet, faktörlerin arasında iktisadî gerekçeyi elbette ihmal etmemek gerekiyor. Fakat bu bölgede yaşayan insanlar köklü ve çok derinden bir kültürel sarsıntıya maruz bırakıldılar. Bu ülke insanları, bir anda kendi geçmişlerinden kopartıldı. Oralarda kurulan manda yönetimleri, bu coğrafyada yaşayan insanları, kendi milletine düşman hale getirdi. Millet kelimesi burada hem ulusu, hem dini, hem ümmeti hedefliyor, yani İslamî bağlamda millet...
Bir toplumsal olayın birdenbire patlak verdiğine asla kani olamayız. Söz konusu hazırlık bütün bu coğrafyada içten içe gelişti ve Tunus’ta başlayan başkaldırı hemeninden Mısır’a, oradan da diğer ülkelere (Cezayir, Ürdün, Yemen, Libya, Bahreyn) sıçradı. Etkisinin daha nerelere kadar uzanacağını şimdiden kestirebilmek çok güç...
Ancak bölgenin bütün ülkelerinin birbirini emsâl aldığına kuşku yok. Hem de beklenmedik bir süratle... Bunda, internet iletişiminin önde gelen faktörlerden biri olduğu hususunda mutabakat var. Fakat kitlelerin haksızlığa, baskıya, yoksulluğa isyan etmeye hazır halde bulunduğunu ve hepsinden önemlisi özgürlük ve hukuk talebinin en başta geldiğini göz ardı etmemek gerekiyor.
Olayların başlangıç safhasında bu durumun Batının (Avrupa+ABD) manipülâsyonu olduğu hususunda kuşkular vardı. Fakat süreç bu ihtimalin mevcudiyetini giderek zayıflattı. Söz konusu manipülasyondan kuşkulanmanın arkasındaki gerekçeyi görmezlikten gelmek elbette mümkün olmazdı. Çünkü uzun yıllar boyunca bu ülkelerde kurdukları yönetimler aracılığıyla oraları sömürmekten geri durmayan Batı âleminin elde ettiği kazanımı birdenbire bırakacağı akla uygun düşmüyordu. Fakat halen öyle görünüyor ki, devam eden başkaldırı Batıya rağmen gelişmektedir.
Bu coğrafyanın muhtelif ülkelerinde yaşayan insanların tutumu birbirine benzemediği gibi, dünyanın başka yerlerinde daha önce vuku bulmuş benzer hareketlerden de farklılıklar gösteriyor. 1980’li yıllarda Sovyetler Birliğinin Doğu Avrupa’daki periferi ülkelerinde baş gösteren halk hareketleri kısa sürede demokrasiye dönüşmüştü. Aynı durumun Arap âleminde aynıyla tekrarlanacağını beklemek yanlış olur. Her ülkenin geleneği kendine özgü bir yönetimi er veya geç kurmayı başaracaktır. Aslında böyle bir yetenek taşımayan halk kitleleri de tarih içinde silinip gitmeye aday sayılmalıdır.
Başkaldırı iradesini gösterme cesaretini taşıyan insanların belli bir amaçla hareket ettiğini kabul etmek gerekiyor. Onlar, değişim istikametinde güçlü bir irade izhar ediyor. Uzun yıllar baskıya boyun eğmiş olanlar, artık bu duruma bir son vermek istediklerini, her şeye rağmen –ölüme, öldürülmeye rağmen; daha ötesi var mı- ortaya koyuyorlar ve çıplak göğüslerini kurşunlara siper etmekten kaçınmıyorlar.
Tablo, değişim ve özgür olma iradesinin güçlülüğünü gösteriyor.
Fakat izhar edilen değişim talebinde imrenilecek örnek neresi olabilir?
Bir anlatıma göre önlerinde örnek olarak beliren ülke Türkiye imiş. Eğer bu iddia doğru ise, bu ülkelerin Türkiye'nin şahsında gördüğü veya görmek istediği örnekliğin ne olduğunu isabetli olarak teşhis edip etmediklerini irdelemek gerekiyor.
Acaba onların örnek olarak görmek istediği Türkiye ile Türkiye’nin gerçekliği örtüşüyor mu?
Benzer yanlışlık aynıyla bazılarınca Türkiye için de yapılabilmektedir. Türkiye’de bazıları bu ülkenin İran’a veya Malezya’ya benzeyeceğine ilişkin tuhaf tahminlerde bulunmuştu. Şimdi benzer yanlışlık bu kez Ortadoğu ülkeleri tarafından Türkiye nezdinde yapılıyor. Tarihin belli bir döneminde ortak kaderi paylaşmış olan bu ülkelerin –en azından Osmanlı dönemini nirengi aldığımızda- aynı tarihsel serüveni yaşadığı kabul edilebilir. Ancak Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye radikal biçimde kendi tarihinden ve asal geleneğinden kopartılmıştır. Osmanlı Devletinden kopartılan ülkeler ise manda rejimi altında yaşama zorunda bırakılmış olsalar da, kendi tarihlerinin doğal sonuçlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Dışardan bakıldığında onları yanıltan hususun Türkiye’de hükümeti teşkil eden zevatın Müslüman kimliği ile ülkenin rejimini birbirine karıştırdıklarını ileri sürmek mümkün görünüyor. Eğer hedef demokrasi ise, Türkiye dışındaki ülkelerin İslamî gelenek doğrultusunda bu hedefe ulaşmaları Türkiye’den daha kolay ve gerçeğe daha yakın görünüyor. En azından, Türkiye’de yaşanmış olan şizofrenik yarılma o ülkelerin tarihsel arka yapısında aynı ölçüde yaşanmamıştır.
Bu gerçeklik karşısında, eğer hedef diktatörlüğü bertaraf edip demokrasiyi kurmak ise, bu ülkeler bakımından bu hedefe ulaşmak Türkiye’nin sırtında taşıdığı karmaşık tarihsel gerçekliğe göre daha kolay görünüyor.
Türkiye için sorduğumuz iki katmanlı soru bu ülkelerin her biri için de geçerlidir ve bu sorunun cevabını almak o ülkeler için daha kolay görünmektedir. Sorumuz şuydu: 1. Türkiye demokrasinin neresinde, 2. Demokrasi İslam’ın neresinde?
Bu iki farklı sorunun birbiriyle temas halinde olmayan iki farklı cevabı bulunuyor. Türkiye açısından cevabını vermenin zor olduğunu düşündüğümüz bu soru, İslamî geleneği kesintiye, kırılmaya uğramamış ülkeler açısından daha kolay alınabilir diye düşünüyorum.
Eğer bu ülkeler kendi tarihsel gerçekliklerinin isterleri doğrultusunda yönetimler kurmayı başarabilir ve eski yönetimlerin Batı güdümünde ve denetiminde işleyen politikalarını bertaraf edebilirlerse, reel politikanın gerektirdiği uygulama doğrultusunda bölgenin barışını ve selametini kalıcı olarak kurmayı da başarabilirler. Ortadoğu barışında çıbanbaşı olarak duran İsrail böylece reel politikanın isterleri doğrultusunda muamele görür. Bu muamele İsrail’i kayırıcı değil, fakat gerçekçi olarak kendini belirler. Ne Filistin’e karşı tutum alıcı, ne İsrail’e karşı kayırıcı politika, fakat onların nesnel gerçekliğine itibar eden ve hukukun taleplerini dikkate alan bir politika...
Böylece fitne ve fesat yuvası olarak tanımlanan Ortadoğu barışın ve huzurun yurdu olarak anılmaya başlar. Hâlihazırda bütün Ortadoğu’yu bir yangın halinde sarmış olan halk ayaklanmaları, bize, Ortadoğu’da hukuk düzeninin kurulma arzusunu istikametinde radikal umutlar sunuyor.
Spot
Hâlihazırda bütün Ortadoğu’yu bir yangın halinde sarmış olan halk ayaklanmaları, bize, Ortadoğu’da hukuk düzeninin kurulma arzusunu istikametinde radikal umutlar sunuyor.