BATI DEĞERLER SİSTEMİ GAZZE'DE İFLAS ETTİTürkiye son bir ayda İsrail’in Gazze katliamı, Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı, Ergenekon davası, ekonomik kriz ve yerel seçim gibi gündem konuları arasında gidip geliyor. Türkiye’nin bu hareketli ve sıcak gündemini ülkemizin en deneyimli ve güçlü siyasi figürlerinden Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı ve Sivas Milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu ile konuştuk. Başkan Yazıcıoğlu, gündemle ilgili tüm bu konularda partisinin görüşlerini aktarırken, özellikle 29 Mart akşamı yerel seçimlerde büyük bir başarı elde edeceklerini vurguladı. İşte o söyleşi!...
ENGİN DİNÇ’İN SÖYLEŞİSİ
Sadece dünyanın değil, Türkiye'nin de gündemi son günlerde özellikle İsrail'in Gazze'de yaptığı katliama kilitlendi. İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamı nasıl değerlendirmek gerekmektedir? İsrail'in Hamas'a karşı düzenlediğini iddia ettiği ancak pek çok masum sivili ve özellikle çocukları öldürmesine dünyanın bu kadar sessiz kalmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Gazze katliamı tüm dünyanın gözyaşını hak ediyor. Ancak gözyaşlarımız dünyanın gözü ve kulağı önünde cereyan eden bu vahşice saldırıyı, kocaman harflerle yazılan bu zulmü yok etmeye yetmiyor. Ben Gazze katliamını Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) uygulamasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Yıllardır; Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve Filistin’de devam eden katliamlar, işte bu planın gerçekleştirilmek istenmesi yüzünden meydana gelmekte ve sömürgeci ülkelerin çıkarları adına da bu bölgede insanlığın katledilmesine seyirci kalınmaktadır. Bir şehir yerle bir edilmiş, çoğunluğu çocuk ve kadın 1300 kişiden fazla insan katledilmiş, yasak silahlar kullanılmış, insanlık dışı sayısız zulüm yaşanmış…
Birde bu acı tablonun bunun kadar acı başka bir yönü daha var… Orada olanların hesabını maalesef kimse sormayacak. Sözde uluslararası adalet kurumları ve BM İsrail aleyhine herhangi bir karar uygulayamayacaktır. Aksine sonuna kadar İsrail korunacak ve Filistinlilerin özgür iradesini temsil eden HAMAS suçlu gösterilecektir. Bu tablo karşısında dünyanın sessiz kalması başka bir gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Bu gerçek, Batı medeniyetinin ciddi bir kriz içinde olduğu gerçeğidir. İşgal altındaki Filistin’de yaşanan Gazze katliamı Batı medeniyetinin içine düştüğü bu krize de ayna tutmuştur. Dünyanın bu sessiz tavrı Batı’nın şampiyonluğunu yaptığı değerler sisteminin bir daha iflas ettiği alenen ortaya çıkmıştır. İsrail’den yana mutlak tavır koyan, onun en temel insan haklarını çiğneyerek savaş suçları işlemesine kimi yerde göz yuman, kimi yerde verdiği askerî silahlarla destek olan Batı medeniyetinin kurucu paradigması, ciddi krizlerle karşı karşıyadır.
ERDOĞAN DAVOS’TA GEREKLİ TEPKİYİ GÖSTERDİ
Bu bağlamda Başbakan Erdoğan'ın Türkiye kamuoyundan da büyük destek alan Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e karşı tavrını doğru buluyor musunuz? Türkiye'nin uzun süredir dış politikada izlediği sönük tavrın Başbakan Erdoğan'ın bu çıkışıyla yeni ve daha güçlü bir mecraya doğru yöneldiğini söyleyebilir miyiz?
Davos’ta AKP Genel Başkanına değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı’na karşı saygısızlık yapılmıştır. Sözü kesilmiştir. El hareketleri ile müdahalede bulunulmuştur. Dolayısıyla Başbakan orada gerekli tepkiyi göstermiştir. Bunu olumlu görüyorum. Bu tepki olması gereken bir tepki. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir üçüncü sınıf devlet değildir. Böyle Amerika’nın İsrail’in tepeden bakarak yapmış olduğu bu hareketler karşısında elbette onurlu bir davranış gösterilmesi lazımdı. Sayın Başbakan’ın orada göstermiş olduğu tepkiyi olumlu görüyorum. Doğru buluyorum. Zaten bu tepkiyi göstermeseydi, ben şahsen protesto ettirirdim. Dolayısıyla bu tepki doğru ancak bu tepkinin devamı olarak; Konya’da İsrail pilotlarının eğitimine son verilirse, İsrail ile yapılan bazı askeri ve istihbari işbirliği antlaşmaları tekrar gözden geçirilirse ve Ocak 2004 'de ABD'ye giden Tayyip Erdoğan’a, İsrail'e hizmetlerinden dolayı, Amerikan Musevi komitesi ADL tarafından verilen Davut Boynuzu nişanını, İsrail Büyükelçiliğine geri gönderirse daha çok alkışlayacağım bunu da ifade etmek istiyorum. Türk dış politikasının Davos olayından sonra yeni ve daha güçlü bir mecraya doğru yöneldiğini söyleyebilmek iddialı bir düşünce olur. Atalarımız “zaman en büyük musahhih/düzeltmendir” demiş… Türk dış politikasının makas değiştirip değiştiremeyeceğinin daha sağlam ve sahih doneleri olmalı…
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI YERİNE OTURUYOR
Türkiye'nin dış politikada özellikle Ortadoğu'da daha aktif bir rol almaya başladığı söylenebilir. Türkiye'nin Ortadoğu'daki bu etkinliği gelecekte ülkemizi nasıl etkileyecektir? Yine bu bağlamda Türkiye'nin dış politikadaki en önemli yönelimi olan Avrupa Birliği üyelik süreciyle ilgili görüşleriniz nelerdir?
Ortadoğu politikamızın yerine oturduğunu gösteren olumlu gelişmeler var. Türkiye birçok bölge ülkesiyle olan ikili ilişkilerine yeni bir ivme kazandırmış ve bu ülkelerle eskisine oranla çok daha iyi bir diyalog içine girmeyi başarmıştır. Türkiye ABD’nin bölgedeki politikalarına rağmen artan bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya kaldı. Ortadoğu`da yaşanacak olan herhangi bir kriz Karadeniz`den Akdeniz`e kadar bütün bölgeyi güvensizlik, istikrarsızlık içine sokar. Türkiye bunun altından kalkabilir mi? Zor gözüküyor. Türkiye, Irak ve Afganistan ortadayken yeni çatışma alanlarının ortaya çıkmaması için çaba sarf ediyor. Bu işi arabuluculuk yöntemiyle yapmaya çalışıyor ve Ortadoğu’da mümkün olduğunca alevlerin üzerine su dökmeye çalışıyor. Şu an Türk dış politikasının yaptığı budur…
AB ile ilgili düşüncelerimize gelince... Başından beri AB üyeliğine karşı olan Büyük Birlik Partisi’nin haklı olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Toplum olarak bir zamanlar neredeyse dört elle sarıldığımız AB'den bu gün soğuduk.
Biz niçin başından beri AB sürecine karşıyız ve Niçin Türkiye AB'ye girmemeli?
Birincisi; AB küresel kapitalist sermayenin egemenliğinde, kişilerin ve milletlerin eşit olmadığı bir birliktir. Önce Avrupa'nın ortak pazarı olarak doğmuş ve bu pazarın egemenliği altında büyümüş, bugünkü birliğe ulaşmıştır. Son yıllarda iyice ortaya çıkmıştır ki çekirdek Avrupa Ülkeleri; Fransa, Almanya, İngiltere bu birliğin egemen ve zinde güçleridir. Durum böyle olunca Türkiye bu birliğe giremeyecektir, belki de en dış halkada yer alacaktır. Buna karşın bu süreçte önümüze konulan dayatmalarla Türkiye'den kayıtsız şartsız itaat isteniyor. Üstelik bu itaatin sadece AB normlarına uyum içinde değil siyasi, ekonomik, ve kültürel boyutlara ulaşması bekleniyor.
İkincisi; Küresel emperyalizmin dünyadaki ucuz emek kaynaklarını nasıl sömürdüğü bilinmektedir. AB, genişleme projesinin kapsama alanına giren bizim gibi ülkelere bu gözle bakmaktadır.
Üçüncüsü; Avrupa Birliği söylendiği gibi bir medeniyet projesi değildir. Hıristiyan kültür kapitalizminin payandası olarak açıkça kullanılmaktadır. Başka unsurların varlığı bir tehdit unsuru olarak görülmekte, ırkçılık AB içinde hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gerçeği AB’nin egemen ülkeleri içinde yaşanan ve sokaklara taşan örnekleriyle tüm dünya gördü.
Dördüncüsü; Avrupa Birliği Türkiye açısından yüzyıllık bir hesabın görülmesi peşindedir. Ülkemizdeki AB yanlısı tatlı su aydınları "Sevr Sendromu" diye küçümseseler de böyle bir hesabın görülmek istendiğinin kanıtları ortadadır. AB parlamenterlerinin Güneydoğuyu mekan edinmeleri göz ardı edilecek bir eğilim değildir. Bu temayülü insan haklarına olan bağlılıkla açıklayamayız. Temelde emperyalist emellerin rol oynadığı açıktır. Kürt, Ermeni, Pontus ya da Süryani soykırım iddiaları siyaseten Türkiye'yi abluka altına alma tutkusunun göstergeleridir. Azınlık kavramının detaylandırılarak ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesi de bir başka parametredir. Kısaca Avrupa Birliği serüveni ülkemizi korunaksız bir şekilde dış müdahaleye açık hale getirmiştir. Kıbrıs meselesi, Ege sorunu, su meselesi de AB sürecinde önümüze konan problem alanlarıdır.
Kısaca bahsettiğimiz karşıtlık nedenlerimiz, AB rüyasının sona erişini simgeleyen kanıtlarıdır. Olaya bir uygarlık projesi gibi bakanlar kısa sürede yanıldıklarını da göreceklerdir. Günümüzde ne ABD, ne de AB bir uygarlık örneği olarak önümüze konamaz. Türkiye inşallah bu rüyadan çabuk uyanır. Karşılıklılık ilkesiyle AB ile ikili ilişkileri sürdürmek daha doğru olandır. Türkiye, merkez bir ülke konumuyla hareket etmelidir.
ERGENEKON’DA DAVA SÜRECİ SULANDIRILMAMALI
Türkiye'nin en önemli gündem maddelerinden biri de Ergenekon olarak adlandırılan soruşturma. Ergenekon soruşturmasının İtalya'daki Gladio örneğiyle benzeştiriliyor. Ergenekon soruşturmasının gittiği yönü, özellikle de bir takım üst düzey askeri ve sivil bürokratlarla, işadamı, sendikacı ve gazetecilerden oluşan insanları bir arada darbe hazırlığı içinde olduğu iddialarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Paramiliter ve kriminal bir örgütlenme yapısı ile bir cunta hazırlığının bağlantılarını araştırma ve mücadele sürecini başlatan Ergenekon davası; yarattığı travmaları ve hukuki tartışmaları bir yana koyarsak, gerek kapsamı gerekse kazandırdığı yeni siyasi boyutu ile Türk siyasi tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Biz Büyük Birlik Partisi olarak her türlü çeteleşmeye, cunta ve darbe girişimlerine karşıyız. Derinliği olmayan köşe başını tutmuş bir takım kendini elit sayan, fakat milletin itibar etmediği bu tür teşekküllerin gizli çamaşırları ortaya çıktıkça, o özlediğimiz demokratik yönetimin hakim olacağı günlerin geleceğine ümitvarız. Biz egemenlik millete dayanmadıkça meşru değildir diyoruz. Devam eden davanın, hukukun üstünlüğü anlayışı içerisinde hiçbir hususi kaygıya kapılmadan sürdürülmesini istiyoruz. Dava süreci sulandırılmamalıdır ve magazine alet edilmemelidir. Bir kin ve intikam fırsatı olarak kullanılmamalıdır. Kime ve nereye kadar dokunuyor ve uzanıyorsa oraya kadar gidilmelidir. Herkese bağımsız hukuk dokunabilmelidir. Ama hiç kimseye siyasallaşmış hukuk dokunmamalıdır.
Ergenekon'daki hukuki sürece bir takım eleştiriler var. İddianamenin geç ortaya çıkması ve gözaltına alınmalar konusunda bazı itirazlar ortaya atıldı. Siz hukuki sürecin işleyişindeki bir eksik veya hata görüyor musunuz? Yoksa medyada yer alan bu tip eleştirileri soruşturmanın sulandırılmasına yönelik olarak algılayabilir miyiz?
Ergenekon örneğindeki gibi, bu tip toplu davalarda sanık ifadelerinin istikametine göre dava süreci derinleşebiliyor yeni tanık ve sanıklar ortaya çıkıyor dolayısıyla ortaya bir zaman problemi çıkıyor. Burada dikkat edilecek en önemli husus, ‘geç gelen adalet adalet değildir’ ilkesi çerçevesinde masumların mağduriyete uğramamasıdır. Soruşturma sürecinde davanın uzadığı, iddianamenin geciktiği, bazı iddianamelerin mahkeme aşamasından önce medyada deşifre edilmesi gibi iddiaları hem hukuki olarak hem de siyasi olarak tartışmak gerek. Biz hukukun siyasallaşmasına kesin karşıyız lakin hukuk ile siyaset arasında da kesin bir çizgi çizmenin, toplumsal teamüllerin değişken olduğu Türkiye şartlarında kolay olmadığını da biliyoruz. Mahkemelerin basına ve kamuoyuna açık olması doğaldır ve şeffaflık için gereklidir… Ancak kamuoyunun adeta doğrudan muhatap alınması, ona açıklama yapılarak onun vicdanındaki yargılamaya ilk elden katkı sağlanması son derece dikkat çekicidir ve sakıncalıdır. Kimseyi peşinen suçlu veya kahraman yapmamalıyız.
KARANLIK VE DERİN GÜÇLERE KARŞI SESİMİZİ YÜKSELTMEK AHLAKİ SORUMLULUKTUR
Ergenekon yapılanmasının darbe şartları oluşturarak demokratik siyasi hayatı ortadan kaldırmayı hedeflediği iddia ediliyor. Ergenekon'da hukuki süreç tamamlandığında ortaya çıkacak sonucun Türkiye'de özgürlüklere, insan haklarına ve demokratik siyasi hayata ne tür katkıları olacaktır? Soruşturmanın ardından Türkiye'de darbe yapma hevesinde olacak yapılanmalara veya insanlara rastlamak mümkün olacak mıdır, yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi ülkemizde darbeler dönemi sona mı ermiştir?
İddianamede bir terör örgütüne atıf yapmakta, “devletin güvenliğine ilişkin gizli bilgileri temin etmek, kişisel verileri kaydetmek, askeri itaatsizliğe teşvik, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak.” fiilleri saymaktadır. Bu iddialar şu an dava aşamasında ve yargıda. Yargının adil bir şekilde karar vereceğinden şüphe duymamak gerekir. Artık vicdanımızın sesine kulak vermemizin zamanı geldi. Bu ülke hepimizin. Özlemini duyduğumuz çağdaş, demokratik, şeffaf bir hukuk devletine kavuşmamızı engelleyen karanlık ve derin güçlere karşı sesimizi yükseltmek hepimizin ahlaki sorumluluğu ve görevi olmalıdır. Siyasi çekişmeleri, ideolojik kavgaları, önyargıları bir kenara bırakalım diyorum. Bizlere reva görülen bu sisli ve karanlık ortamda yaşamak kaderimiz değil ve olmamalı. Bu da ancak sorumluların ortaya çıkmasıyla mümkün olur. Sevinmek yada üzülmek adına saf belirleyenler daha serinkanlı ve sabırlı olmalı. Neticeyi beklemeli.
PİYASALARDA İNANILMAZ BİR DURGUNLUK YAŞANIYOR
Türkiye'nin en önemli gündem maddelerinden birini de ekonomik kriz oluşturuyor. Küresel ekonomik kriz ülkemizi nasıl etkilemiştir? Türkiye'nin ekonomik krizle mücadelesi ne durumdadır? Ekonomik krize karşı alınan önlemleri yeterli buluyor musunuz? Krize karşı alınan önlemlerde sizin eksik veya yanlış gördüğünüz noktalar nelerdir?
Dünyayı saran mevcut ekonomik krizin olumsuz etkilerini Türkiye olarak ciddi olarak hissedeceğimiz bir gerçek. Fakat 2002 yılından beri iktidarda olan AKP hükümetinin Türkiye’nin şu anda geldiği noktada tüm ekonomik sorunları ve zorlaşan yaşam şartlarını Küresel Ekonomik Krize bağlaması ve topluma böyle aksettirmesi son derece yanlıştır. 2009 yılından geriye bakıldığında Türkiye ekonomisi hakkında; sıcak para operasyonları neticesinde tüketerek ve borçlanarak büyüyen hormonlu bir ekonomidir, hükmünü vermek mümkündür. Ve maalesef bu manzara yeni ortaya çıkmış değil, 2002’den itibaren başlayan bir sürecin neticesidir. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçim sonucunda tek parti olarak iktidara gelen AKP’nin, o günden bugüne; yüksek reel faiz, ucuz döviz, aşırı değerli YTL politikası ile sıcak para cennetine dönüştürdüğü ekonomideki sanal baharın artık sonuna gelinmiştir. 2002 yılında 222 milyar dolan olan iç ve dış borçların, GSMH’ YE oranı düşmüş olmakla birlikte, iç ve dış borçların tutarı, 158 milyar doları özel sektör borcu olmak üzere 2008 yılı itibariyle, 470 milyar dolara ulaştı. Borçların önümüzdeki dönemde de artması kaçınılmaz gözüküyor.
Şu bir gerçek! AKP iktidarında ekonominin çarkları borç yükü ile döndürülmektedir. Günlük yaşantısını sürdürebilme mücadelesi veren vatandaş, her gün daha borçlu hale gelmektedir. Devlet gibi çarkını borçla çevirmeye çabalayan vatandaşın gelir düzeyi, borçlanılan miktar kadar yükselmemektedir. Faizlerdeki artış vatandaşı bunaltmaktadır. Bakın bugün Türk ailesinin borcu son dört yılda 7 kat artarken, harcanabilir geliri sadece 2 kat arttı…
Aynı zamanda piyasalarda inanılmaz bir durgunluk yaşanıyor. Tüccarımız, esnafımız deyim yerindeyse sinek avlayarak gününü geçiriyor. Hal böyle olunca da vergisini, kredisini, SGK primini ödeyemiyor, çareyi işyerini kapatmakta buluyor. Bakın resmi istatistiklere kapanan işyerleri sayısı 2001 krizinde kapanandan daha fazla… İşyerlerinin kapanması, yıllardır tüketimle büyüyen ekonomiyi iyice dara sokmuştur. Piyasayı canlandıracak ekonomik tedbirler bir an önce alınmazsa ülke girdiği bu kısır döngünün içinden çıkamayacaktır.
Size pembe tablolar ardında gizlenen başka bir gerçeği daha ifade edeyim. Türkiye'de hem açlığın hem de yoksulluğun boyutları, istatistiklerle gizlenemeyecek kadar büyümüştür. AKP hükümeti Sekiz milyon aileye kömür dağıtılmasıyla, milyonlarca aileye gıda yardımı yapılmasıyla övünüyor. Bu övünülecek bir şey değil. Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 15,4'ünün açlık sınırının altında, açlık sınırının altındakilerle beraber yüzde 74'ünün de yoksulluk sınırının altında gelirle geçinmeye çalışıyor. Bakın! Ankara Ticaret Odası'nın yaptığı araştırmaya göre Türkiye'de açlık sınırının altında bulunan nüfus 10,9 milyona, yoksulluk sınırının altındaki nüfus ise 52,3 milyona ulaşıyor. Türkiye'nin topyekun ilerleyebilmesi için önce gelir dağılımındaki adaletsizliğin düzeltilmesi ve insanların insanca yaşama kavuşturulması gerekir.
Biz pembe tablolarla gizlenen bu kötü durumu AKP hükümetin yanlış ve bağımlı ekonomik politikalarından kaynaklandığını söylüyoruz… Başından beri uygulanan yanlış ekonomik politikaların üstüne tuz biber eken ve bugün hükmet tarafından kötü tablonun bahanesi olarak önümüze konulan küresel krizin etkilerine karşı hükümet acilen tedbir almalıdır. Bizce yapılması gerekenler şunlar: Bir kere başta da söylemiş olduğumuz gibi Türkiye, yüksek reel faizler ödediği sıcak para ile yaşayan bir “bağımlıya” dönüştürülmüştür. Bir “bağımlı” nasıl tedavi edilirse, Türkiye'ye de aynı şekilde tedavi gereklidir.
Acilen memur ve işçi maaşlarına zam yapılmalı durumları düzeltilmeli. Bu şekilde piyasaya can verilmeli. İstihdam artırılmalı, yeni istihdam alanları açılarak işsizliğe acilen çare bulunmalıdır. Yatırım ortamı iyileştirilmelidir. Enerji maliyetleri, vergi yükleri çok yüksek… Bunlar düşürülmelidir. Geç kalmadan yapılacak en önemli şey, ucuz döviz ateşini besleyen sıcak para girişini caydırmaktır. Bunun için de reel faizler mutlaka düşürülmelidir. Cari açığı büyüten gereksiz ithalat frenlenmelidir. Kur gerçekçi düzeye taşınarak yerli girdiye dayanan ihracat teşvik edilmelidir. Sanayi yeniden korunup, istihdam yaratması şartıyla, iç pazarla desteklenmelidir. Yatırım, Üretim ve istihdamın önünü tıkayan şu andaki vergi sistemi, ciddi ve adil bir vergi reformu ile yeniden yapılandırılmalıdır… İç ve dış borçların takvimi yeniden düzenlenmelidir. Kayıt dışı ekonominin beli kırılmalı, tüm kazançlar vergilendirilerek kayıt altına alınmalı, ama "herkesten gücüne göre" esasına dayalı bir yeni vergi reformu yapılmalıdır.
KÖTÜ EKONOMİK TABLONUN MÜSEBBİBİ IMF’NİN YOL HARİTASI
Yine ekonomik krizle ilintili olarak IMF'le yürütülen görüşmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Ekonomik krizle ilgili bir diğer önemli nokta da kriz lobisi olarak adlandırılan, kriz zamanı ülkenin içinde bulunduğu zor şartlardan menfaat elde etmeye çalışan bir kesim olması. IMF’ ten gelecek sıcak paranın kendilerine aktarılmasını arzulayan bu kriz lobisinin faaliyetlerini nasıl değerlendirmek gerekmektedir?
2008 yılının son aylarında ve bugün gündemi yine İMF ve AKP Hükümeti ilişkileri işgal etmektedir. 2001 krizi mahsulü AKP hükümeti, 2002 de iktidarla tanışınca Kemal Derviş’in dolayısıyla IMF’nin bıraktığı yerden bayrağı devraldı. Çok açık ve net söylüyorum: AKP Hükümetinin sözde pembe tablolarla vatandaşa sunduğu kötü ekonomik tablonun müsebbibi ise IMF’den aldığı yol haritasına gösterdiği sadakattir.
IMF’ye, bir başka deyişle, küresel düzene sadakatin ölçüsü borçtur. 3 ay önce Başbakan Erdoğan, IMF ile biran önce anlaşılması yönündeki çağrılara karşı çıkarak, “Kriz döneminde, IMF’nin isteklerine boyun eğerek, yarınları karanlığa gömmeyeceğiz” dedi. Sonuç olarak “Türkiye’nin IMF’ye muhtaç olması yanlıştır. IMF’nin ise zordaki ülkelere karşı patron gibi davranması daha da yanlıştır” demişti.
Bir ay önce de IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, Başbakan Erdoğan’a görüşmenin başında IMF’nin son ekonomik krizden etkilenen ve zorda kalan ülkelere yardım edebilmek için daha fazla paraya ihtiyacı olduğunu belirterek “Bu aynı zamanda sizin için de” derken konuşmanın arasına giren Başbakan Erdoğan’ın “Ben de para almaya gelmiştim zaten” diyerek Ne kadar bağımlı olduğunu ve bizim “Hükümet pembe tablolar ile vatandaşı yanıltıyorlar” eleştirimizi haklı çıkarmıştır.
Yıllarca bütün kaynaklarını borç faiz ödemelerine ayıran, çalışanına, emeklisine, sağlığına, eğitimine bütçe ayırmaktan yoksunlaşmış, bütün iktisadi politikalarını borçlandığı IMF’nin belirlemekte olduğu, dış politikası bu kuruluşun hakim durumundaki ABD’nin belirlediği Türkiye’yi yönetenler gerçekleri daha ne kadar halktan saklayacaklar?
IMF ile anlaşmaya son verilsin, başımızın çaresine bakalım. Biz bunu söyleyince insanlara şu algılama dayatılıyor: Türkiye büyük miktarda dış kaynağa muhtaçtır, dolayısı ile ABD’ye (IMF’ye) hayır dediği andan itibaren kıt kaynak girişleri kısılır, yavaşlar ve ekonomimiz çöker. Bu bir “kürek mahkumu” düşüncesidir. Gerçek değildir ve çare üretmez. IMF programlarına alternatif üretmek hiç de zor değil. Esas zor olan, bunu gerçekleştirebilecek güçleri doğru saptayabilmek…
Türkiye’nin kurtulması için IMF’den kurtulmak, IMF’den kurtulmak için de bu iktidardan kurtulmak şarttır! Zira bu iktidar da önceki iktidarlar gibi IMF’nin taşeronluğundan başka hiçbir iş yapmamaktadır.
Türkiye, IMF’yi Arjantin ve Brezilya’dan çok daha kolay sırtından atar; tarım, sanayi ve milli işletmelerimiz üzerindeki Demokles’in kılıcı ve kotalardan da çok daha rahat kurtulur. Yeter ki çözüm milli olsun... Gerçi Milli çözümlere gözünü yuman kartel medyası ve hükümet, milli modelleri ne kadar örtbas etmeye çalışırsa çalışsınlar güneş balçıkla sıvanmaz...Milletimiz; köy köy, kasaba kasaba dolaşan ve milli çözümler üreten kendi içinden çıkan BBP’li evlatlarını bulacaktır.Arjantinliler kadar yüreği ve akılları olmadığı için IMF’den kopamayanlar, Türkiye’ye ve Türk Milletine verecekleri hiçbir şey yoktur. Bundan sonraki her adımları, Türkiye’yi biraz daha batırmaktır… Zerre kadar iman, izan ve vicdan sahibi olan hiçbir vatan evladı, bu batışa müsaade edemez, göz yumamaz.
29 MART AKŞAMI BÜYÜK BİR BAŞARIYA İMZA ATACAĞIZ
Sayın Başkan, Türkiye'nin gündemini yavaş yavaş 29 Mart seçimleri de işgal etmeye başlıyor. Öncelikle sizin yerel seçim hazırlıklarınız hakkında bilgi almak isteriz. Yerel seçimle ilgili hedefleriniz ve belediyecilik anlamında yapmayı planladığınız çalışmalarınız genel olarak nelerdir? Yerel seçimlerde BBP'nin bir sıçrama yapacağını söyleyebilir miyiz? Bu anlamda kamuoyundan aldığınız intiba ve izlenimleriniz nelerdir?
Yapılacak olan yerel seçimlerin bir kırılma noktası olduğunu düşünüyor ve yerel seçimlere çok önem veriyoruz. Bu seçim milletimiz için bir dönüm noktası olacaktır. Büyük Birlik Partisi 923 seçim bölgesinin tamamında seçimlere girecek ve iyi bir sonuç alacaktır. Son aylardaki toparlanma ve hamlelerle Büyük Birlik Partisi önümüzdeki seçimlerde siyasetin sürprizini yapacak tek partidir. Partiye yapılan aday başvurularından bunu tespit etmek oldukça kolaydır. MHP’yi daha önce deneyen AKP’yi ise son 6 yıldır deneyip artık umudu kesen sağ seçmenin yeni adresi Büyük Birlik Partisi’dir.
Büyük Birlik Partisi halkın gündemindedir. Büyük Birlik Partisi, siyasi aritmetik ve tahminlerde önemli bir dilim haline gelecektir. Bunu yapılan bütün kamuoyu araştırmaları göstermektedir. Büyük Birlik Partisi, siyasette vardır ve Türkiye’nin geleceğinde güçlü bir şekilde hep var olacaktır. Halkın ilgisi ve beklentisi bu yönde seyir arz etmektedir.
29 Mart akşamı Büyük Birlik Partisi büyük bir başarıya imza atacaktır. Büyük Birlik Partisi’nin önceki yerel seçimlerde aldığı oyu en az 4’e katlayacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Yerel yönetimlerde tüm safhaları halkla paylaşarak yolsuzluğu sıfırlamanın… Herkesin bireysel olarak kazanabilmesinin…Topyekun kalkınmaya ulaşabilmenin…Belediye bütçesinin oluşturduğu kârın eşit paylaşımının… Modern bir kentte tok yaşayabilmenin… Kısacası herkesin kenetlendiği bir Büyük Aile olmanın zamanı geldi. Tüm vatandaşlarımdan Büyük Birlik Partisi’ ne olan teveccühünü oya tahvil etmesini ve desteklemesini istiyorum…
AK Parti iktidarının, Türkiye'deki karnesine baktığımızda sizin iktidara yönelik olarak yapacağınız eleştiriler nelerdir? Türkiye'de neler eksik, yanlış veya doğru yapılmaktadır?
Büyük Birlik Partisi ve onun muhalefeti, kurulu düzende, düzenin öngördüğü düşünce ve ideoloji spektrumu içinde alelade bir muhalefet değildir. Ülke ve vatandaş menfaatlerinin ve maslahatlarının devamlı göz önünde bulundurulduğu bir muhalefet anlayışıdır. Ülkeyi en iyi şekilde yönetme iddiasına sahip Büyük Birlik Partisi, kırmızı çizgilerine bağlı kalarak Anayasal düzen içinde muhalif bir düzleme atıfta bulunmaktadır. Bu cihetle demokraside iktidarın eleştirilmesinden ve vatandaşın uyarılmasından daha tabii bir şey yoktur. Muhalefetin temel görevlerinden biri zaten iktidarı eleştirmek ve böylece bir anlamda onu denetime tabi tutmaktır. AKP hükümetinin bütün icraatlarını onaylamak ve onu her alanda başarılı görmek elbette mümkün değildir. Mevcut hükümetin birçok yanlış icraatları olmuştur ve olmaktadır. Bunun küçük bir kısmına sohbetimiz sürecince detaylı olarak değindik… Önceki hükümetlerin beceriksizliği ve yanlışlığı ile iktidarına zemin hazırlanan ve bir proje ürünü olarak gördüğüm iktidar partisini, 2002 senesinden bu yana devlet yönetiminde başta ekonomi olmak üzere; güvenlik konusunda ve terörle mücadele alanında, özgürlük alanlarının genişletilmesi ve demokratikleşme konusunda, yolsuzluklarla, yoksullukla ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerle mücadele alanlarında, başarısız buluyorum…