Öğretmenlik mesleğine başladığım İlk yıllardı... Bir ilimizin kaplıcalarıyla meşhur ilçesinde İmam Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmeni olarak görev yapmakta idim.
Bir gün akşam saat 22.00 civarlarında kapı zili çaldı. Çocuklar kapıyı açtılar "baba bir amca seni çağırıyor" dediler. Kapıya baktım, bir öğrencimizin dedesi... "Hocam babam çok hasta durumu çok kötü. Allah'u a'lem gidici... Bir zahmet bi gitsek, Yasin okur musun?" dedi. Peki, dedik. İlçeye yaklaşık on beş kilometre kadar uzaklıktaki köylerine gittik. Eve vardığımızda yaşı yüze yaklaşmış olan amcamızın durumu gerçekten ağır ve sekerâtı mevt halinde... Ama asıl bir şey dikkatimi çekti. Eli, yüzü başta olmak üzere vücudundan bir şeyler uzaklaştırmaya çalışıyor ama baş edemiyor, dili bir şeyler mırıldanıyor fakat anlaşılmıyordu. Oğluna; "amca ne diyor" diye sordum.
"Hocam babam eli ayağı iş tutar halde iyi iken bahçedeki otları biçer duvar dibinde yığar biraz kuruyunca da altına kibrit çakar yakardı. Ben de; baba yakma! Bunların içinde börtü-böcek yuvalanıyor hayvanlar yanıyor, etme yazıktır, günahtır derdim, aldırış etmezdi. Şimdi de o böceklerin hepsinin toplanıp üzerine saldırdığını, onları uzaklaştırmamı söylüyor" dedi.
Bu vaziyet benim için de; ağızsız-dilsiz mahlukata yakarak zarar vermenin azabının daha dünyada iken verilmeye başlandığına bizzat şahit olduğum dehşetli bir ders, bir ibret oldu.
Şimdi her orman yangını haberi duyduğumda insanlardan can kaybı olmasa dahi içerisinde yanan nice canlılar gözümün önüne gelir ve bu yangınlar hele de bilerek ve isteyerek çıkartılmışsa bunu yapanların ahiretleri berbat olacağı kesin fakat akıbetlerinin nasıl perişan olacağını görmek lazım diye hayıflanır dururum.