Fatih Altaylı, dünkü yazısında, Türköne'nin 32. günde '“Türkiye için en büyük tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri” olduğunu söylemesine 'Türköne, saçmalama hakkını kullanmaya devam ediyor' demmişti.
Türköne ise bugünkü köşesini Fatih Altaylı'nın 'Cahil cüreti' eleştirisine 'Cahil cesareti' adlı bir yazı kaleme alarak cevap verdi..
işte iki yazar arasında polemiğie neden olan yazıları:
FATİH ALTAYLI:
Cahil cüreti
MÜMTAZ’ER Türköne, saçmalama hakkını kullanmaya devam ediyor. Önce Abdullah Öcalan’ın devlet hizmetine alınıp paşa unvanıyla Bodrum’a tayinini önermişti.
Önceki akşam da 32. Gün’de saçmalamaya devam etti. Sakın ola ki, kendisine ve sözlerine kızdığımı zannetmeyin. Her şeyin söylenebileceğine, her şeyin önerilebileceğine inanırım.
Türköne’nin, “Türkiye için en büyük tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri” olduğunu söylemesine de ne kızdım ne de “Böyle laf olur mu” diyecek halim var.
Fikri bu olabilir. Bir dönem Azerbaycan’da darbe kotarmaya çalışan adamın, AKP’li bir milletvekiliyle evlenince “demokratlaşması” beni ilgilendirmez.
Saçmalaması da.
Ama adının başına “Profesör” yazdıran birinin cehaleti beni ilgilendirir. Türköne, TSK’yı lağvedelim kıvamına gelince programa katılan bir emekli general, Türköne’ye “Sen 2.Mahmud musun?” diye sordu. Türköne bilmiş bilmiş sırıtarak “3. Selim” diye düzeltti.
Aklınca emekli general bilmiyor, Türköne biliyordu. Aslında bir halt bildiği falan yoktu. Emekli general, Yeniçeri Ocağı’nı lağveden 2.Mahmud’a atıfta bulunuyor ve Türköne’nin TSK’yı Yeniçeri Ocağı’na benzetmesine kızıyordu. Ancak “cahil profesör” Yeniçeri Ocağı’nın 2.Mahmud döneminde kaldırıldığından bihaber, bu işin 3. Selim döneminde yapıldığını zannediyordu.
Türköne’ye bir tavsiyem var. Bundan böyle katılacağı programlarda saçmalama hakkına saygı duyuyorum. Ancak tarihi yanlışlar yapması çoluk çocuğu yanlışa sevk edebilir.
O yüzden yanına bir “Mini Larousse” alsın. Hiç değilse ona bakıp konuşsun. Mesela bugün evinde varsa bir ansiklopedide “Vakayı Hayriye” maddesine baksın. Sonra da en azından bu somut yanlışı için o generalden özür dilesin..
Türköne'nin cevap için yazdığı yazı:
Cahil cesareti
Meramınızı anlatmakta zorlanınca bazen sazanlar imdadınıza yetişiyor. Fatih Altaylı'nın dünkü yazısı, benim için böyle bir fırsat. Oltaya takılan sazanı çekerken, söylediklerinizi tekrarlama fırsatı.
Kasım ayında köşemde "Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım" diye bir yazı yazmıştım. Maksadım ordu içindeki çetelere laf ettiğinizde, "ordumuza saldırıyorlar" diye ortalığı yıkanlara biraz tarih dersi vermekti. Sorduğum soru "hangi ordu?" sorusuydu. Ülkenizi savunmak için ordu istihdam ediyorsunuz. Zamanla bu ordu bozuluyor veya pusulasını şaşırıyor. Ne yapacaksınız? Ya esaslı bir reformdan geçireceksiniz, ya da -baktınız olmuyor- lağvedip yenisini kuracaksınız.
"Hangi ordumuz?" sorusunu şöyle açmıştım: "Sipahi Ordusu mu, Yeniçeri Ordusu mu, Nizam-ı Cedit Ordusu mu, Asakir-i Muhammediye mi veya Türk Silahlı Kuvvetleri mi? Tarih şanlı savaşlarımızı anlatıyor. Ama unutmayalım: Askerimiz her zaman aynı ordunun askeri değildi. Adında "yeni" sıfatı olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin en eski ordusu idi. Zamanla bir çıkar şebekesine ve fesat ocağına dönüştü. Savaş meydanlarında hezimet üstüne hezimet yaşarken, iktidar mücadelesinde zaferler kazandı. Biraz zora gelince kazan kaldırıp, doğrudan yönetime el koydu. Sultan III. Selim çareyi Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurmakta buldu. Napolyon'un Akka kuşatmasında başarılı olan bu yeni ordu, Yeniçerilerin gadrine uğradı. Hile, desise ve suret-i haktan görünen nümayişlerle ülke iç savaşın eşiğine getirildi ve yeni ordu dağıtıldı. 20 yıl kadar sonra tekrar kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya geldiğini ve birinin diğerini imha ettiğini unutmamalıyız. Ve tarihimizin bu olayı "vak'a-yı hayriyye" (hayırlı olay) olarak kaydettiğini de..."
Evet ben, 29 Ekim tarihinde Zaman'daki köşemde bunları yazmıştım.
Bu haftaki 32. Gün programında Rıdvan Akar bu yazıdan alıntılar yaptı. Hava Tuğgeneral bana "Nizam-ı Cedit ordusu kurmaktan bahsediyorsun... Sen II. Mahmut musun?" diye hesap sorunca, hatayı düzeltmek zorunda kaldım ve Nizam-ı Cedit Ordusu'nu III. Selim'in kurduğunu hatırlattım. II. Mahmut'un kurduğu ordunun adı malûm "Asakir-i Mansure-i Muhammediye".
Tarihçilik ciddi bir iş. Sağdan soldan duydukları ile bir gazetecinin tarihçi olamayacağı, mehaz olarak "Mini Larousse"u göstermesinden belli. İnsan merak eder, laf ettiği adamın profesörlük unvanı alana kadar yazdığı kitapların hiç olmazsa konularını öğrenir. Altaylı baltayı, 19. yüzyıl modernleşme tarihine arşiv vesikaları dahil, eski-yeni bütün kaynaklarıyla hakim bir kayaya indiriyor. Bana Larousse'un minisini mehaz gösteren adama ben, Es'ad Efendi'nin Üss-i Zafer'ini veya Tarih-i Cevdet'i okurken nelere dikkat etmesi gerektiğini öğretebilirim. Hâyâ sahibi ise müptedilere özgü densizliğinden utanması için -madem kitap okuma huyu yok- internetten 5 Kasım tarihli "Tanzimat" başlıklı yazıma bakması yeterli.
Yalnız gazetecilik de ciddi bir iş. Biraz namus ve biraz da dikkat şart. Altaylı benim "Türkiye için en büyük tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri" olduğunu söylememe kızıyormuş. Halbuki dün kendi gazetesinin 17. sayfasında benim sözlerim "...en başta gelen tehdidin şu anda TSK bünyesindeki bu çeteleşmelerden, bir terör organizasyonundan kaynaklandığı anlaşılıyor" ibaresiyle yer alıyor. Allah aşkına ikisi aynı şey mi?
Bu müptedi sazanlar olmasa, ben Türkiye'ye yönelik en büyük tehlikenin elindeki silahı "iç tehdit yaratma kastıyla" kendi halkına çeviren TSK içindeki çetelerden kaynaklandığını nasıl anlatabilirim? Altaylı tarihi bırakıp gazeteci kültürü ile cevap versin: Güvenlikten sorumlu koskoca ordu bünyesinde suikastlar, sabotajlar ve komplolar tezgahlamakla meşgul bir çete varsa, bir yığın üniformalı subay bu şüphe ile tutuklu ise düşmanı nerede aramamız lâzım? Bir ülkenin varlığına, milletin çıkarlarına ve devletin bekasına yönelik bundan daha büyük bir tehdit olabilir mi?