ÖZGÜR-DER Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Serdar Bülent Yılmaz, habername’nin sorularını cevaplandırdı.
Özgür-Der kurulduğu günden beri eğitim alanında uygulanan şartlandırmalardan Kürt sorununa, cezaevlerinde siyasi tutukluların tecritine kadar Türkiye gündemindeki pek çok toplumsal soruna yönelik çalışmalar yürütüyor. Perspektifini sadece Türkiye gündemiyle sınırlamayıp küresel zalimliğe karşı da mücadele eden ve bu amaçla emperyalist ABD'nin Afganistan'da ve Irak'ta gerçekleştirdiği işgallerden Siyonist saldırganlığa kadar insanlığı ilgilendiren her konuda yoğun faaliyetler gerçekleştirmiş bir hareket aynı zamanda… Türkiye'de yaşanan hak ihlalleri başta olmak üzere, küresel çapta işlenen insanlık suçlarına karşı tam 10 yıldır İslami kimlikli bir muhalif tutum sergileyen Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Serdar Bülent Yılmaz, gündemi ve özellikle de toplumu ilgilendiren konu başlıklarını sizler için değerlendirdi.
İŞTE O SÖYLEŞİ:
—Son günlerde yaşanan ‘belge’ kavgasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında salt bir belge kavgasının ötesinde daha derin bir kavga yaşanıyor; o da iktidar kavgası. Devlet denen nesne üzerinde iktidar kurmak veya daha doğru bir ifadeyle devlet iktidarı üzerinden halk üzerinde vesayet kurmak isteyen siyaset dışı güçler ile bu vesayete rıza göstermeyen siyaset kurumu ve halk arasında bir savaşım sürüyor son yıllarda. Düne kadar bu işlerin belgesi olmazdı ancak bugünlerde “içerden” bazı subaylar belgeleri ortaya çıkarmaya başladı. Görünen o ki TSK içinde eskiden cuntalar arası seyreden çatışma bu kez her nasıl seyrediyorsa halk lehine tezahür etmeye başladı.
Genelkurmayın imha ettiğini sandığı ve o rahatlıkla reddettiği “İrticayla Mücadele Eylem Planı” bu derin çatışmayı daha bir şiddetlendirdi. Zira bu kez tam anlamıyla genelkurmay cürm-ü meşhud yakalandı. Üstelik belge 2009 tarihli bir belge. Yani halihazırda görevdeki kadroların elinden çıkan bir belge ve topun ağzında onlar var. Bu çatışmanın bu denli şiddetli seyretmesinin nedeni de aslında bu. Bu yönüyle belge, emekli paşalarla gözden çıkarılmış birkaç subayı değil tüm komuta kademesini itham ediyor. Daha sonra çıkan 2009 tarihli başka belgeler de, mesela Kafes Operasyonu Eylem Planı gibi, bu işin basit bir cunta olmanın ötesinde bir organizasyonu ortaya koyuyor.
Bu yönüyle sürecin hükümete iyi değerlendirmesi gereken bir fırsatlar paketi hediye ettiğini düşünüyorum. TSK’nın, “orduya karşı muayyen bazı mahfillerin asimetrik ve psikolojik savaş yürüttüğü, vatan hainlerinin orduyu yıpratmaya çalıştıkları ve fakat milletin özü olan ordunun kendini ve Atatürk’ün laik cumhuriyetini savunma kararlılığını sürdüreceği” şeklindeki klasik tehditkar klişelerinin de artık işe yaramadığını söyleyebiliriz. Anketlerde halkın en güvendiği kurumun hala ordu çıktığı söylencesinin artık eski bir efsaneden öteye geçmediği bir gerçek. Üstelik bu söylencenin psikolojik savaş taktiği olarak “emireri” anketçilere önceden sonucu emirle bildirilmiş olarak yaptırıldığı da geçtiğimiz günlerde ortaya çıktı. Yani artık mızrak çuvala sığmıyor. TSK zikrettiğimiz klişe söylem dışında kendini savunacak hiçbir argümana sahip değil. Eğer süreç iyi işletilirse vesayet rejiminin yıkılmasının an meselesi olduğunu söylemek mümkün. Vesayetçi ve halkın değerlerine düşman bir ordu bugünün dünyası için tarih dışıdır, bunu halk da siyasiler de böyle görüyor. Küçük bir seçkinci oligarşik zümrenin dışında bu düzenin savunucusu kalmamıştır.
Türkiye’de süreç değişiyor, tabular yıkılıyor, dezenformasyon ağının uyuttuğu kitleler ilk defa hakikatlerle karşılaşıyor. Elbette ki bu denli fazla enformasyonun, cuntacı yayın organlarının da bilinçli katkısıyla, kafa karıştırıcı olması gibi bir yan etkisi olabilir. Ancak burada duyarlı medyaya önemli oranda iş düşüyor; duyarlı medya bu bilgi ve belgeleri rasgele yayınlamak yerine seçici davranarak bir düzen ve titizlik içinde rafine bir şekilde halkın bilgisine sunmalıdır. Bu durumda uyanan ve bilinçlenen kitleler de sürece fiili destek verebilir ve inisiyatif idare-i maslahatçı bir hükümetten öte doğrudan bilinçlenmiş kitlelerin eline geçer, bu kitleler de sürecin katalizörü olabilir ve hükümeti reel politiğin esaretinden kurtarır.
—Hakkında iddialar bulunan subayların yargıya teslim edilmeyişi normal mi?
Bu durum, ordunun genel geçer teamülleri bakımından elbette çok normal ancak hukuk devleti normları açısından anormal. Ordu yıllardır mesleki dayanışma içinde davranmış, kendini her türlü denetimin ve hukukun üstünde görmüş, fiil ve kararlarını layüsel ilan etmiş bir kurum. Öyle ki Türkiye tarihinde sivil iradeye boyun eğdiği ender vakalardan biri olan Mustafa Muğlalı’nın yargılanarak hapse atılmasını yıllar sonra bile içine sindiremeyerek iadei itibarda bulunabiliyor, mahkumiyetine neden olan suç mahallindeki kışlaya Muğalı’nın adını verebiliyor ve bir başka yere heykelini dikebiliyor.
Ancak on yıllardır sürdürülegelen bu şımarık tutumunu ilânihaye sürdürebileceğini düşünen ordu son bir iki yıldır içine girilen yeni durum karşısında şaşkına düşmüş durumda. Bu şaşkınlık içindeki ordu yeni süreci okumakta ve kendini bu sürece göre yeniden tasarımlamakta etkisiz kaldı. Hatta tüm Türkiye ordunun siyasetten el çekmesi ve denetime açılması konusunda bir normalleşmeyi savunurken, İlker Başbuğ orduya otonomi isteyebildi. İster ordunun şaşkınlığına isterse de şımarıklığına bağlayın bu durum ordunun yeni süreci doğru bir biçimde okuyamadığını, kendini bekleyen acı gerçeği göremediğini gösteriyor.
—Hükümete ve millete komplo planına ilişkin soruşturmayı sivil savcılıktan askerî yargıya taşıma gayretleri hakkında değerlendirmeniz nedir?
Ordu, tüm bu gelişmelere rağmen maalesef hala akıntıya karşı kürek çekebileceğini vehmediyor. Hala hesap vermemekte diretiyor ve bunun için de gayri hukuki bir kurum olan ve kesin olarak kaldırılması gereken askeri yargıdan medet umuyor. Daha önce aynı numara Şemdinli davasında tutmuştu, burada da tutar diye hesaplıyorlar.
Ortada bir suçüstü hali var. Ordu daha önce de Şemdinli olayında suçüstü yakalanmıştı. Orada da hukuka direnmiş ve yakayı kurtarmıştı. Aynı şeyi şimdi de yapıyor; hukuka direniyor, basit bir iki hamleyle “yırtacağını” zannediyor. Oysa ne Şemdinli davasındaki konjonktür bugünkü konjonktürle uyuşuyor ne de bugünkü suçun mahiyeti Şemdinli’deki suçun mahiyetiyle aynı.
Çünkü bu plan bir darbe planı; idam yürürlükte olsa idamlık bir suç. Üstelik tek başına Albay Dursun Çiçek’in değil, tüm komuta kademesinin işlediği bir suç. Zaten telaş da buradan kaynaklanıyor. Yoksa şu anda bu kadar köşeye sıkışmış bir ordu bir ferdini korumak için kendini bu kadar yıpratacak yollara başvurmaz. Bu iş Dursun Çiçek’i aşıyor. Nitekim onunla sınırlı kalacağını düşünseler, hiç kendilerini riske atmadan verirler Çiçek’in kellesini, kurtulurlar.
—Tüm bu sorunların temelinde 12 Eylül anayasası mı var?
Bu sorunlar bir açıdan 12 Eylül anayasasından kaynaklanıyor elbette. Bu anayasa bir darbe anayasası ve darbecileri koruyor. Anayasanın geçici on beşinci maddesi şöyledir:
“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”
Bir anayasa düşünün ki meclise karşı darbe yapan cuntayı koruyan madde içersin. Elbette ordu gücünü bir yerde buradan alıyor. Ancak 1982 anayasası bununla sınırlı değil, askerin siyasete ve yargıya müdahalesini kolaylaştıran daha başka maddeleri de içeriyor. Mesela 117. madde “Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevî varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.” şeklindeki düzenleme, genelkurmayın siyasete müdahale etme hakkını dayandırdığı “Ordu milletin özüdür” anlayışının zeminini oluştuyor. Yine aynı madde “Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.” fıkrasıyla savunma bakanına bağlı bir kurum olması gereken orduyu başbakana bağlayarak genelkurmaya bir nevi özerklik tanıyor.
Aynı anayasanın 118. maddesi, ordunun bugüne dek siyasete müdahalesini üzerinden yürüttüğü Milli Güvenlik Kurulunu inşa ediyor.
Diğer yandan askerin denetim dışı kalmasının en temel nedeni olan askeri yargı da aynı anayasa tarafından düzenlenerek anayasal bir kurum haline getiriliyor ve anayasal zırha büründürülüyor. Böylece Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve alt askeri mahkemeler eliyle askerin işlediği suçu yine askerin takdirine bırakan garabet düzenleme anayasal koruma kazanıyor. Yaşadığımız sorunlar bir yönüyle işte bu darbe anayasasından kaynaklanıyor. Ancak esasen sorun daha derinlerde yatıyor; bu halk bu güne kadar gerçek bir sivil anayasa hiç görmedi. Kuvvetler ayrılığı prensibini öne çıkaran, cumhuru cumhuriyetin düşmanı saymayan, halkın hassasiyetlerini yansıtan, CHP’nin altı okundan arındırılmış bir anayasa hiç olmadı. Belki 1921 anayasası kısmen istisna tutulabilir, tabi ona da anayasa denirse.
Ancak daha derin sorun anayasalardan öte anayasaların ilham kaynağı olan Kemalizm’dedir. Bir defa Mustafa Kemal’in kendisi hiçbir zaman güçler ayrılığını savunmadı. Onun kafasında hep güçlerin tek partide veya onun şefinde temerküz ettiği bir tek parti yönetimi vardı. Çünkü Müslüman ve doğulu bir halkın modernleşmesi için otoriter bir idareye ihtiyaç vardı ve bu idarenin muhtaç olduğu kudret Kemalizm’in diktatör anlayışında mevcuttu. Dolayısıyla bu ideolojinin ürettiği anayasalar da, kendini bu ideolojinin korunmasına adamış olan ordu da ve yine mantık örgüsünü hukukun değil Kemalist ideolojinin kurduğu yargı da bu anlayışın ürünüdür.
-HSYK ve YARSAV’ın sürekli olarak tarafsızlıklarını koruyamayarak tartışmalara müdahil olmaları hakkında neler söylemek istersiniz?
Kemalist oligarşik düzenin son dönemde ardı ardına aldığı ağır yenilgiler sonrası elinde kalan son mevzi yargı bürokrasisi. Yargı bürokrasisi bunun bilincinde ve kendisinde vehmettiği bu tarihi misyona uygun hareket ediyor. YARSAV’ın tavrı daha çok kendisini oluşturan yargıç ve savcıların ideolojik niteliğini ortaya koyması bakımından kayda değerken HSYK’nın vesayetçi tavrı ise daha yapısal bir sorunu işaret ediyor.
Kaldı ki yargı zaten hiçbir dönem bağımsız ve de tarafsız olmadı. O her dönem oligarşinin bir sacayağı olarak Kemalizmin hizmetinde oldu. Yargının savunduğu değerler hukuk ve adalet yerine müesses nizamın ideolojisi olunca elbette ne yargının bağımsızlığından ne de tarafsızlığından söz edilebilir.
Hal böyle olunca HSYK’nın sürdüregeldiği oligarşik tavır kolayca anlaşılır ve bir mantık örgüsü içinde tutarlılık ve istikrar üzere olduğu görülür. Devlet kurumları içinde en muhafazakar kurum olan yargı, muhafazakarlığının gereği olarak Kemalist sistemin 1930’lu yıllarının ideolojisini yaşatmaya çalışıyor.
—Bu süreçte sivil iradeye düşen görev nedir?
Sivil idare giriştiği varoluş savaşımından geri adım atmamalıdır. Atarsa bu kendi sonunu getirir. Konjonktürel olarak hükümet oldukça avantajlı bir durumdadır ve bu fırsatı iyi kullanmalıdır. Bu noktada hükümetin siyaset enstrümanlarını ve hükümet imkânlarını doğru kullanması ve süreci iyi idare etmesi gerekiyor.
Hükümet şunu iyi bilmeli ki müesses nizam artık kendini var eden ideolojik zemini kaybetmiş ve tarihin dışında kalmış durumda. Zeminini kaybetmiş bir nizam zaten devam edemez. Hükümet eğer bu sürecin kendisine yüklediği tarihi misyonu reddeder ve müesses nizamla uzlaşma yoluna girerse hem halkın gözünden düşer hem de kendi varoluşuna karşı mücadele eden güçlere teslim olup, DYP-ANAP’laşır. Bu partilerin ise halkın gözündeki yeri ortada. Bu sonucun oluşmaması için vesayetçiler karşısında dik durması gerekiyor. Gücünü hak ve adalet anlayışından almalı, meşruiyetini başkaca mahfillerde aramamalı ve de halkın desteğini iyi değerlendirmelidir.