SİYONİST SÖMÜRGECİLİK
İslam Dünyasının Birliğinin önündeki en önemli engel güvenlik konseyidir.O halde BM'nin, Güvenlik Konseyinin İslam dünyası için bir güvence olması söz konusu olamaz?
Uluslararası İlişkiler uzmanı Berdal Aral ile siyonist sömürgecilik ve Filistin'i konuştuk.
Aynur Erdoğan /Dünya Bülteni
İsrail insanlık onurunu ayaklar altına alarak Filistin'de bir katliam gerçekleştiriyor. İsrail'in yaklaşık altmış yıllık tarihine baktığımızda ilan edilen ateşkesin onun katliamlarının sonu olduğunu söylemek mümkün değildir.
Sistematik bir şekilde uyguladığı vahşet karşısında kelimeler tükeniyor. Söylenecek hiçbir sözün bu vahşet karşısında bir şey ifade etmeyeceğinin bilincinde olarak Fatih Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Berdal Aral'la Filistin mücadelesi bağlamında uluslar arası hukuku ve kurumların işlevini, İsrail'in kısa ve uzun vadede amaçlarını, bu savaşın küresel hegemonya açısından anlamını ve ABD'nin, AB'nin, BM'nin, Arap ülkelerinin, Türkiye'nin bu saldırı karşısındaki tutumlarını konuştuk.
Filistin'de bir katliam yaşanıyor. İsrail, dünyanın gözü önünde yaşlı, çocuk demeden Filistinlilere vahşet uyguluyor. BM'nin, ABD'nin ve AB'nin bu durum karşısındaki tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında pek de tepki yok. Güvenlik Konseyinin çok geç gelen bir kararı var. Kararda da İsrail'in ateşkese çağırılması dışında ciddi bir şey yok. Tabiî ki bu da önemli ama bunun ötesinde her hangi bir bağlayıcı niteliği olan bir taahhüt söz konusu değil. Yani her ne kadar İsrail'in oradan çekilmesini isteseler de bu gerçekleşmediği takdirde hiçbir yaptırımı yok.
Avrupa Birliği ise zaten baştan itibaren sessiz kalmıştır. Aslında Hamas'ın ortadan kaldırılmasını destekliyor. Zaten Hamas'a yönelik ambargo kararlarını arkasında AB de vardır. Başta çok sessiz tepkiler verdi ve kayıtsızdı. Ama kamuoyunda giderek daha fazla tepki ortaya çıktıkça biraz daha üslup sertleşmeye başladı. Ama İsrail'i akl-ı selime çağırmanın dışında herhangi bir yaptırım söz konusu değil. Örneğin Filistin halkına, Hamas'a karşı aldığı gibi İsrail'e karşı da ambargo kararı alabilirdi. Diplomatik tepki olabilirdi. Mesela İsrail'le anlaşmalar askıya alınabilirdi. Veya büyükelçilerin çekilmesi gibi İsrail'e yönelik bir takım siyasi ambargolar uygulanabilir. Veya bundan sonra meselenin İsrail'e yönelik yaptırım uygulanabileceğine dair Güvenli Konseyi bünyesinde Fransa, İngiltere gibi ülkeler harekete geçebilirdi. Fakat bunların olmadığını görüyoruz. Maalesef uluslar arası toplumu sultası altında tutan güçler, Batılı güçlerdir. Bugün bile bu, böyledir. Yani Avrupalılar ve Amerikalılar herhangi bir şey istemezlerse Güvenlik Konseyi o konuda ciddi bir tepki geliştirmiyor.
Bir de tepki ifade edilirken Gazze'yi bombalayan İsrail ile roket saldırısı yapan Hamas aynı kefeye konarak eleştiriliyor. İki tarafın konumunu karşılaştırdığınızda bu adil bir eleştiri midir?
Hamas'ın İslami kimliğinin olması ve İsrail'e karşı direniş politikası uygulamasından dolayı Batılılar nezdinde herhangi bir itibarı yok. Bu anlamda Hamas'a yönelik bu saldırı Batılı hegemonik güçlerin de çıkarına görünüyor. Daha doğrusu onların önyargılarına uygun görünüyor. İşte bu önyargıyı güçlendirici bir unsur olarak Hamas'ın İsrail'e roket attığı iddiasını gündeme getirip bir bakıma vicdanları rahatlatmaya çalışıyorlar aslında. Hepimiz biliyoruz ki, ateşkesi bozan taraf Filistin değil İsrail'di. İsrail bu altı ay süresince yüzlerce defa Gazze'ye girip operasyonlar, suikastlar, baskınlar düzenlemiştir. Ve ayrıca Gazze bölgesi en az bir buçuk yıldır ambargoya maruz kalmıştır. Gazze'de inanılmaz bir insani felaket yaşanmaktadır. Yeterince yiyecek, ilaç, gıda, su yoktu. Elektrik yetersiz, hatta çoğu zaman kesikti. Ensaf mallarını satamaz duruma, çiftçiler tarım yapamaz hale geldi. İnsanların yüzde sekseni işsiz zaten. Bu kendi başına zaten büyük bir insanlık suçudur. Korkunç bir ambargodur ve bu ambargonun kaynaklandığı güçler İsrail'in yanı sıra Amerika ve Avrupalılardır. Ve aynı zamanda tabiî ki, bir takım Batılı çıkarlarla çıkarlarını birleştirmiş olan Arap rejimleridir.
Dolayısıyla İsrail defalarca zaten ateşkes anlaşmasını ihlal etmiştir. Üstelik ambargoyu kaldıracağı konusunda taahhütte bulunmuştu. Bunların hiçbirisi gerçekleşmediği gibi abluka, tacizler, suikastlar, baskınlar devam etti. Ateşkes süresi bittikten sonra atıldı füzeler. Kaldı ki, bu füze ve roketler el yapımıdır ve yaptığı hasar bakımından ciddiye alınacak silahlar değildirler. Lafını etmeye bile değmezler. Zaten atan Hamas değildir ve Hamas atanları cezalandırmıştır.
Kim attı?
İslami Cihad ve bunun gibi bir iki tane daha küçük gruplar.
İSRAİL SAVAŞ SUÇU İŞLEMEKTEDİR
Filistinli doktorlar İsrail'in kemiklerden başlayarak insanın yanıp erimesine sebep olan beyaz fosfor kullandığını söylerken yine başka bir haberde yaralıların üzerinde uranyum bulunduğu yer aldı. Savaş hukukuna göre bu silahları kullanmak yasak değil midir?
Bunlar 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve 1977 tarihli Ek Protokoller'e göre savaş suçudur. Savaşlarda hiçbir şekilde kullanılamayacak silahlar vardır. Bunların arasında yakıcı silahlar, kimyasal ve biyolojik silahlar vardır. İsrail bu bölgede, bildiğiniz gibi, yakıcı silahlar kullanmıştır. Fosfor kullanmıştır ki, bu yasaktır. Çünkü sivil-asker ayrımı gözetmiyor ve yakıcı özelliği var. Ayrıca seyreltilmiş uranyum kullandığı biliniyor. Misket bombası attığına dair çok ciddi bulgular var. Bu da mümkün olduğu kadar çok miktarda insana zarar vermeyi amaçlayan bir silahtır. Bir misket içerisinde yüzlerce başka misketler var. Bunlar sürekli sağa sola dağılma temayülünde. O ana birine isabet etmiyorsa bile bir zaman sonra sokakta yürüyen biriyle aynen mayınlar gibi patlama olasılığı var. Bu her anlamda korkunç bir insanlık suçu ve savaş suçudur. İsrail savaş hukuk kurallarını ihlal etti. Üstelik hastaneler, üniversite, okullar, sivil yerleşim yerleri, evler saldırıya uğramış, bombalanmış durumda. Ölenlerin çok önemli bir bölümü çocuklardan ve kadınlardan oluşuyor. Sivil-asker gözetmemesinden dolayı da ortada bir savaş suçu vardır. Bunun dışında İsrail herhangi bir sınır koymamaktadır. Yani açıkça bütün Gazze hedeftir. Gazze çok yoğun nüfusu olan bir bölge. Çok küçük bir bölgede bir buçuk milyon insan yaşıyor. Burada hiçbir ayrım gözetmeden atılan bombalar zaten nihai olarak yüzlerce sivilin ölümüne yol açacaktır. Bu anlamda tabiî ki, İsrail savaş suçu işlemektedir.
SİVİLLERİN KATLEDİLMESİ SİSTEMATİK VE STRATEJİK BİR DÜŞÜNCENİN ÜRÜNÜ
Amerika Irak'a orada bu tür kitle imha silahlarının bulunduğunu iddia ederek ve gerekçe göstererek saldırmıştı. Burada ise dünyanın gözü önünde alenen bu silahlar kullanılıyor. Bir de Hamas'ı terörist ilan edip bütün Filistin halkıyla özdeşleştirmiş durumdalar. Onların zihninde bu savaşın meşru gerekçesi bu mu?
İsrail kamuoyuna yansıyış biçimiyle İsrail'deki devlet aklının yaklaşımı farklı. Kamuoyuna bu işgal, saldırı, katliam pazarlanırken bu noktada Hamas'ın çok tehlikeli olduğu, İsrail halkını tehdit ettiği argümanı var. Ayrıca Hamas'ı desteklediği için Filistin halkını da sorumlu olduğu argümanı kullanılıyor. Amaçlarının Hamas'ı bitirmek olduğu, Hamas'ı hizaya getirirlerse İsrail halkının güvenlik içinde yaşayacağı, ateşkesi ihlal edenin Hamas olduğu söyleniyor. Bir bakıma halka belli bir hedef gösterilmiş oluyor. Fakat İsrail'deki devlet aklı olayı böyle görmüyor. İsrail'deki devlet aklının amacı Gazze bölgesini her anlamda; siyasi, askeri, ekonomik ve hukuksal anlamda tamamıyla ortadan kaldırmak istiyor. Halka mümkün olduğu kadar fazla zarar vermek isteniyor. Ben sivillerin katledilmesinin bir tesadüf olmadığını ve bunun sistematik ve stratejik bir düşüncenin ürünü olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada amaç Gazze'yi yaşanabilir bir bölge olmaktan çıkarmak ve muhtemelen kapsamlı göçlere yol açmak. İkinci olarak halkta Hamas'a karşı nefret oluşturmak isteniyor. Üçüncü olarak da Hamas'a oy verdiği için halk cezalandırılmak isteniyor. Ana hedeflerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda yeni silahların denendiğini söylemek mümkün. İsrail burada uluslar arası silah piyasasına reklam yapmaktadır. Ne kadar etkili katliam yapılabilirse İsrail'in önemli bir silah ihracatçısı ülke olarak silah satışlarında artış elde etmesi sağlanmış olacaktır. Yani İsrail çok kapsamlı stratejiler geliştirmektedir.
Uzun vadede, bu savaşla İsrail ne tür bir stratejinin peşinde olabilir?
Kanaatimce, bu iğrenç saldırı sonucunda Suriye ve Lübnan'ın da savaşa müdahale edebileceği beklentisi vardı. Amacı savaşı daha geniş bir bölgeye yaymak. Böylece Obama başkan olur olmaz bir oldubittiyle karşılaşıp ister istemez İsrail'in yanında bu ülkelere karşı savaşmak zorunda bırakılacaktı. Ve muhtemelen İran'ın da savaşa girmesi yönünde İsrail'in bir takım beklentileri vardı. Nitekim son birkaç gündür sürekli olarak Lübnan'dan, Ürdün'den hatta Golan'dan İsrail'e füze atışı yapıldığını iddia etmeye başladı. Bunlar kasıtlı olarak uydurulan yalanlar. Propaganda makinesinin bir parçası bu. Aslında burada amaç bu ülkeleri de savaşa sokup Amerika'yı da İsrail'i desteklemeye icbar etmektir.
Bu kadar kışkırtıcı olmaları, katliam yapmalarının sebebi bu devletlerin sabrını zorlayarak savaşa çekmek?
Evet. Bunun yanı sıra Batı Şeria'ya da gözdağı vermek isteniyor. Batı Şeria'daki halka şu mesajı veriyorlar; eğer ki siz seçimlerde Hamas'a oy vermeye kalkarsanız Gazze'yi katlettiğimiz gibi size de katliam serisi uygulayacağız. Dolayısıyla 'ayağınızı denk alın' mesajı veriliyor.
Biz bu filmi daha önce gördük. Batı dünyasının benzer tutumunu Bosna savaşında, Afganistan'a açılan savaşta, Irak savaşında… da gördük. Bu durumlarda sessiz kalan uluslar arası kurumlar ne işe yarar? Uluslar arası hukuk ve uluslar arası kurumlar kimi koruyor?
Bir kere soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan yeni uluslar arası sistem içerisinde Batılı hegemonik güçlerin kendi varlıklarını, saldırgan politikalarını meşrulaştırıcı bir unsur olarak İslam dünyası ve İslami direniş örgütleri çok önemli bir faktör olarak öne çıktı. Abartısız soğuk savaş dönemdeki komünist tehdidin yerine "İslami tehdit" konmaya başladı. Daha henüz ortada güçlü İslami hareketler olmadığı dönemlerde, daha 90'ların başından itibaren NATO'nun genel sekreterlerinden Willy Claes Batı dünyasının karşısına İslam dünyasını koyar. Manfred Wörner da benzer konuşmalar yapar, 90'lı yılların başlarında. Dolayısıyla söylemsel düzeyde ve stratejik düzeyde, başta ABD ve İngiltere olmak üzere hegemonik güçler böyle bir söylemin parçası haline geldiler. Örneğin İran gibi ülkeler tehditkâr ülkeler arasına konmaya başladı. Zaman içerisinde Hizbullah, Hamas… Suriye, Sudan, Afganistan'da Elkaide hükümeti ve buna benzer direnişçi odaklar giderek Batının stratejik ve ekonomik çıkarlarını tehdit öne sürülerek yeni tehdit unsuru olarak ön plana çıkarılmaya başlandı.
Bir başka faktör de, soğuk savaştan sonra İslam dünyasına en azından söylemsel düzeyde sempati duyabilecek bir Sovyetler Birliği faktörü ortadan kalktı. Sovyetlerden sonra birçok bağımsız İslam ülkesi, İslam varlığı ortaya çıktığı için soğuk savaşın ortadan kalkması aslında İslam dünyası açısından olumlu bir gelişme olması gerekirdi. Güvenliğin birinci gündem olmaktan çıkması, insan haklarının, halkların kendi geleceğini belirleme haklarının, özgürlerin, demokrasinin, ekonomik kalkınma meselelerinin bu süreçte ön plana çıkması olumlu bir gelişme olabilirdi. Ancak bütün bu gelişmeler daha ziyade Batılı hegemonik güçlerle işbirliği yapılmasını eksen almaktaydı. Dolayısıyla soğuk savaş sonrası girilen süreçte Batılı hegemonyaya, Batı emperyalizmine, Batı saldırganlığına yönelik ciddi tepki veren İslam dünyasından bazı odaklar Batının çıkarlarına aykırı olduğu için yeni kazanımlardan yararlandırılmamaya başlandı.
GÜVENLİK KONSEYİ AMERİKA'NIN VE BATININ ÇIKARLARINI EKSENE ALAN KARARLAR ALDI
Bu çerçevede 90'lı yıllardan itibaren örneğin ABD'nin Sudan'a ve Afganistan'a saldırılarını görüyoruz. 1991'deki Körfez savaşında Irak'ın zayıflatıldığını, hedefin Kuveyt'le sınırlı olmadığını ve Irak'ın alt yapısının da tamamen çökertildiğini görürüz. Bu biraz da Güvenlik Konseyinde artık ABD'yi dengeleyecek bir Sovyetler Birliğinin olmamasıyla ilgili bir durumdur. Tabiri caizse ABD artık dünyanın tek imparatoru haline geldi. Bu doğrultuda Güvenlik Konseyi de birbiri ardına Amerikan çıkarlarını eksene alan, Batının hegemonik küresel çıkarlarını eksene alan kararlar almaya başladı. Rusya Federasyonunun Sovyetler Birliği gibi ideolojik bir rol oynaması söz konusu değil. Çünkü Rusya zaten Batılı hegemonik sistemin temel değerlerini, sistemini giderek benimsemeye başladı. Kapitalist sisteme entegre oldu. Liberal demokratik bir yapılanmaya gitti. Avrupa kurumlarına girmeye çalıştı. Örneğin Avrupa Konseyine üye oldu. NATO ile ortaklık anlaşmaları yapmaya başladı. Teknolojiye ihtiyacı var ve sermaye çekmeye çalışıyor. Bu anlamda Rusya denge unsuru olmaktan çıktı.
Çin uluslar arası arenada bir denge unsuru olabilir mi?
Çin zaten ideolojik olarak hiçbir zaman Sovyetler Birliği gibi kendisine küresel düzeyde hegemonik güçlerle çatışma halinde olan ve kendi etkinlik alanını ortaya koymaya çalışan bir devlet olmadı. Çin'in böyle bir dış politikası hiç olmadı. Sadece kendi kalkınmasını kendi refahını öne alan, kendi ulusal sorunlarıyla uğraşan ve uluslar arası düzeyde BM örgütünü kendi meseleleriyle mümkün olduğu kadar az uğraştırmaya çalışan bir devlettir. Bu anlamda diyelim ki Irak'a yönelik askeri müdahale olduğu zaman, 1991'de Çin desteklemiştir. Sonra Rusya desteklemiştir.
1998 yılında ABD'nin Afganistan'a ve Sudan'a yönelik hava saldırısı oldu. Güvenlik Konseyi buna karşı yine kayıtsız kalmıştır. 1993'te Bush'a suikast girişimde bulunduğu gerekçesiyle Irak'a yönelik bir hava saldırısı olmuştur. Buna karşı da tepkisiz kalmıştır. Yine 1990'lı yılların başlarında Libya'ya yönelik terörizmi desteklediği iddiasıyla ambargo kararı vardır. Bunda da yine ABD Güvenlik Konseyinin desteğini alabilmiştir. Yine 90'lı yıllarda Filistin'e yönelik İsrail'in saldırganlığı korkunç düzeyde devam etmiştir. Pek çok suikastlar, baskınlar oldu, katliamlar yapıldı. Oslo Anlaşmasına İsrail çoğu zaman uymamıştır. Yerleşimler devam etmiştir. Daha sonra Filistinli liderler katledilmeye başlanmıştır. Buna karşı Güvenlik Konseyinin hiçbir tepkisi olmamıştır. En fazla yaptığı sadece kınamaktır.
Tabiî ki uluslar arası hukuk denen bir şey var. Ama ne yazık ki, Güvenlik Konseyi düzeyinde baktığımızda artık günümüzde İslam dünyasının çıkarlarını temsil etmekten çok uzak kaldığını söylemek lazımdır. Aslına bakarsanız, zaten soğuk savaş döneminde de Güvenlik Konseyinin İslam dünyasının çıkarlarını kolladığına dair hiçbir belirti yok. Aksine çoğu zaman İslam dünyasının mağdur edildiği kararlara imza atmıştır. Bunun pek çok örneği vardır. Mesela Irak'ın İran'ı işgal etmesinden sonra Güvenlik Konseyinin hiçbir tepkisi olmamıştır. Ancak Irak'ın İran'ın topraklarına girip belli toprakları ele geçirdikten sonra yani altı gün sonra ateşkes kararı çıkarmıştır ve Irak'a yönelik hiçbir yaptırım kararı almamıştır. Ama aynı Irak 1990 Ağustosunda Kuveyt'i işgal ettiği zaman Irak korkunç bir savaşa ve ambargoya maruz bırakılmıştır.
GÜVENLİK KONSEYİ AMERİKANIN TEHDİT KABUL ETTİĞİ İSLAM ÜLKELERİNE YÖNELİK KARARLAR ALDI
Yine soğuk savaş sırasında İsrail'in Filistin'e yönelik saldırıları karşısında Güvenlik Konseyi sessiz kalmıştır. İsrail'in Arap ülkelerine yönelik sınır ihlaline karşı Güvenlik Konseyinin 1967 ve 1973'te aldığı sadece iki karar vardır, bunlar İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmektedir. Fakat bu kararlarla bir yaptırıma dönüşmemiştir. Karar olarak kalmışlardır ve İsrail bunları zaten dikkate bile almamıştır. Dolayısıyla Güvenlik Konseyinin İslam dünyasına yönelik çok ciddi bir desteği yoktur. İslam dünyasının maruz kaldığı saldırılara karşı Güvenlik Konseyi genellikle sessiz kalmayı tercih etmiştir.
2000'li yıllarda durumda değişen bir şey oldu mu?
Daha da vahim hale gelmiştir. Amerikan saldırganlığı sınır tanımıyor artık. Amerikanın kendisine tehdit olarak algıladığı bir takım İslam ülkeleri hakkında bir dizi karar alındı. Bunların çoğu siyasi veya mâli yaptırımlara maruz kaldı. Veyahutta bunlara yönelik tehdit unsuru içeren kararlar alınmıştır. Bunun örneklerinden bir tanesi; 2004 yılında Güvenlik Konseyi Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesini öngören bir karar aldı. Halbuki Lübnan'daki Suriye varlığı bir anlaşmaya bağlıydı. Ama Amerika ve İsrail'in çıkarları Suriye'nin Lübnan'ı boşaltmasını gerektirdiği için bu yönde bir karar çıktı. Neticede bildiğiniz gibi 2005'ten itibaren Suriye Lübnan'dan çekilmiştir.
Yine aynı dönemde Sudan'la ilgili Darfur ve Güney Sudan sorunları bağlamında bir dizi karar alındı. Sudan'ın Darfur'da insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle. Tabi ki, ihlal edilen insan hakları vardır. Bunları kabul etmek gerekir ama durumu o kadar ön plana çıkarmışlardı ki soykırım gibi dünyaya lanse edip bir bakıma İslami bir rejim olan ve Amerikan hegemonyasına direnen, İsrail'e direnen Sudan'ı kendi dizleri üzerine çöktürmek için Güvenlik Konseyinden 2004 yılından itibaren bir dizi karar alınmıştır. Maksat, Darfur bölgesine uluslar arası güçleri yerleştirmektir. Nihai olarak da Darfur'u Sudan'dan koparmak amaçlanır. Çünkü Sudan bir kısmıyla petrol ve doğal kaynakları açısından zengin bir ülkedir. Yine başka örnekler de vermek mümkündür.
Son Gazze saldırısından önce 2006'da İsrail Lübnan'ı işgal etmiştir. Güvenlik Konseyi 33 gün geçtikten sonra bir karar alabilmiştir. Bu da zaten İsrail'in çıkarına uygun bir karardır. Hatta bu karar o kadar komiktir ki, Hizbullah'ı suçlar. Oysa İsrail orda çok ciddi katliamlara imza atmıştı. Böyle bir gerçeği görmek gerekir.
İSLAM DÜNYASININ BİRLİĞİNİN ÖNÜNDEKİ EN ÖNEMLİ ENGEL GÜVENLİK KONSEYİDİR
O halde BM'nin, Güvenlik Konseyinin İslam dünyası için bir güvence olması söz konusu olamaz?
Güvenlik Konseyi şu anda İslam dünyası açısından çok ciddi bir tehdit unsurudur. İslam dünyasının birlik olmasının önündeki en önemli engel şu anda Güvenlik Konseyidir. Şu anda İslam dünyası içinde olup da Batılı hegemonik güce direnme eğiliminde olan aşağı yukarı bütün unsurlar ya ambargoya ya işgale muhataptır. Ya da işgal, saldırı tehdidi, ambargo tehdidi altındadır. Örnek gerekirse Irak 2003 yılında işgal edilmiştir. Irak Saddam Hüseyin'in son dönemlerinde petrol ve doğalgaz kaynaklarını Amerikan şirketlerine peşkeş çekmeyi reddetmiştir. Artı, petrol satışlarını yuro ile yapacağını ilan etmiştir. Saddam Hüseyin'in iyi bir adam olduğunu söylemiyorum. Ama en azından bu bağlamda kendince ulusçu bir tavır içerisine girmiştir. Afganistan örneğinde de yine İslami bir rejim vardı. Kuşkusuz insan hakları açısından eleştirilecek bir sürü yanı olabilir. En azından Amerikan hegemonyasının bölgede bir şekilde güçlendirebilecek bir tavırdan uzak durmuştur. Bu bile Amerikan politikalarını kayıtsız şartsız desteklemediği için Elkaide hükümetinin yok edilmesine karar verilmiştir ve Afganistan işgal altına alınmıştır. Bunun dışında İran şu anda yine nükleer enerji elde etmeye çalıştığı için cezalandırılmış bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi birkaç yıldır İran aleyhine alınmış pek çok karar vardır. Bunların arasında İran'a yönelik askeri, mâli ve başka yaptırımlar da var. İran yalnızlaştırmak istenmektedir. Suriye zaten Lübnan'dan çekilmek zorunda bırakılmıştır. Sudan'la ilgili Güvenlik Konseyinin kararı mevcuttur zaten. Lübnan İsrail'in işgali altında bırakılmıştır. Hamas şu anda cezalandırılıyor zaten. Dolayısıyla bölgeye baktığınız zaman Amerika ve Batılı hegemonik güçlerle işbirliği yapmayan, direniş sergileyen unsurlar baskı, tehdit ve saldırı altındadırlar.
Kuruluş aşamasından itibaren İsrail özelinde BM'nin konumuna bakarsak…
İsrail illegal bir devlettir. Yasal bir devlet değildir. Çünkü 1947 yılında BM Genel Kurulu Filistin'in bölünmesi kararı aldığı zaman bu tamamen Filistin halkının büyük çoğunluğunun iradesini hiçe sayarak alınan bir karadır. Filistin bölgesindeki halkın üçte ikisi Araptı. Yahudiler ise üçte birini oluşturuyordu. Bunlar zaten İngiliz sömürge yönetimindeydiler. Yani manda rejimi dönemindeydi. Bu bölgeye İngilizlerin de desteğiyle getirilmiş yabancı yerleşimcilerdi. Dolayısıyla bölgeye ait olmayan dışarıdan zorla getirilen bir kitleden bahsediyoruz. Kaldı ki, bu kitlenin çıkarlarına uygun olarak 1947'de Genel Kurulda bir bölme planı yapılmıştır. Her halkın kendi geleceğini tayin etme hakkı vardır. Halk istemediği halde özellikle Amerika'nın belli ülkelere uyguladığı baskılar, sindirme, zorbalık neticesinde istenen üçte ikilik oy çokluğunu elde etmiş ve Genel Kurul 47 yılının sonlarına doğru Filistin'in bölünmesiyle ilgili kararı almıştır. Aslında bu karar da tavsiye kararıdır. Çünkü Genel Kurul bağlayıcı karar alamaz.
İSRAİL İLLEGAL BİR DEVLETTİR
Modern dünya tarihinde Genel Kurulun tavsiye kararıyla kurulan tek devlet İsrail'dir. Meseleye buradan baktığımız zaman İsrail illegal bir devlettir. Bunun dışında bölgenin yerli unsurlarının çoğunluğunun isteğinin hilafına bir azınlığın isteğine uygun olarak zorla kurdurulan yapay bir devlettir. Bu anlamda da gayri meşrudur. Aynı zamanda korsan bir devlettir İsrail. Çünkü İsrail kurulduğu 1948 yılından beri sürekli olarak çevresiyle savaşarak daha çok toprak elde ederek sürekli genişleyerek, genişlerken katliamlar yaparak varlığını devam ettirebilen bir devlettir.
Bölgede askeri bir üs gibi konuşlandırılmış?
Askeri bir üs gibidir. Fakat sadece Amerika'nın emrine amade olan bir komando gibi görmemek lazım. Sadece Amerika'nın emrinde olan bir savaş makinesi değildir. Aynı zamanda kendi gündemi vardır. Çoğu zaman da Amerika'yı kendi emperyal saldırgan amaçları için de kullanma yeteneğine sahiptir. Bunu da özellikle Amerika'daki büyük Siyonist lobinin etkinliği vasıtasıyla, yine uluslararası sermayenin gücü sayesinde sağlamaktadır. Arap dünyasının ve Filistin halkının onlarca yıldır sunmuş olduğu barış tekliflerini kabul etmemiştir. Bölgede barış olmasını hiç istememiştir. Tek yaptığı barış antlaşması Mısır'la 1978'de imzalanan Camp David Antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın amacı, Arap dünyasının en önemli faktörü Mısır'ı Filistin davasından tamamen koparmak, Arap dünyasından yalıtmaktır. Böylece kendi hegemonik saldırgan politikalarını çok daha rahat stratejik çerçeve içerisinde uygulama imkanı bulmaktır. Bunun bedeli çok ağır olmuştur. Bilindiği gibi Mısır bu ihanetinden sonra Arap Birliğinden çıkarılmıştır. Suudi Arabistan gibi, Kuveyt gibi Konservatif statükocu Arap rejimleri dahi Mısır'ın bu tavrı karşısında çok büyük tepki göstermişlerdir.
BM'nin taraflı politikalarından bahsederken mülteciler konusuna da değinmek lazım belki. BM Genel Kurulu'nun 11 Aralık 1948'de kabul ettiği 194 nolu kararın 11. paragrafında şu ifadelere yer verilmektedir: "Genel Kurul, mültecilerin kendi iradeleri ile olabilecek en uygun zamanda evlerine dönmeleri ve komşularıyla barış içinde yaşamalarına izin verilmesi gerektiği, dönmek istemeyenlerin zarar gören veya tamamen yitirilen mülklerinin bedelinin uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde, hükümetler ya da sorumlu otoriteler tarafından ödenmesi gerektiğine karar vermiştir". Dünya üzerindeki dört mülteciden biri Filistinliymiş. Onların da bu karardaki haklardan yararlanmaları gerekmez mi?
İsrail hiçbir zaman böyle bir hakkı kabul etmiyor zaten. İsrail'in argümanına göre mülteciler artık gitmiştir. Olan olmuştur. Bunların kendi topraklarına dönmesi söz konusu olamaz. İsrail diyor ki, ben nüfusu yedi milyon olan ülkeyim. Arapların nüfusu daha fazla. Nüfusları hızla artıyor. Onlar da doğum oranı daha yüksek. Bölge dışında yaşayan dört milyon Filistinli mülteci var. Bunların İsrail'e gelmesi halinde Yahudi devlet olma niteliğini kaybederim. Aslında bu bir bakıma ırkçı bir devlet olduğunun da tescilidir. İsrail'in hiçbir şekilde mültecilerin geri dönüşünü sağlamak gibi niyeti yok. Hatta öyle ki, hiçbir görüşmede bu konunun tartışılabilir olduğunu bile kabul etmiyor. İsrail'e göre Filistin'le yapılacak bir anlaşma mevcut bölgelerde yaşayan yani Gazze'de ve Batı Şeria'da yaşayan Filistinlileri içermedir. Hatta İsrail'de yaşayan nüfusun yüzde yirmisini oluşturan Filistinlilerin de yeni kurulacak olan Filistin devletine de sürülmesi planlanılıyor. Bize çok saldırgan gelen bu tür görüşler İsrail'de normal olabiliyor. Bizim normal dediğimiz standartları İsrail kamuoyundan beklemek çok anlamlı değil. Örneğin son Hamas saldırısından önce yapılan anketlerde İsrail Yahudilerinin -Araplara sorduklarını sanmıyorum- yüzde 95'inin bu saldırıyı desteklediği ortaya çıktı. Dolayısıyla insanlığın geri kalan kısmı için normali belirleyen bir takım ölçümler, kıstaslar, davranış biçimleri İsrail halkı için ve İsrail siyasi yapısı için söz konusu değildir.
Bu homojenliği nasıl sağlıyorlar? Ulusal propaganda mekanizmaları, medyanın etkisi çok mu güçlü?
Medyanın etkisi çok güçlü ama sadece medyanın etkisi olarak görmemek lazım. Eğitim sisteminin nasıl olduğunu az çok biliyoruz. Daha çok nefreti, saldırganlığı meşrulaştıran ve Yahudileri masum göstermeye çalışan, başkalarını dışlayan, başkalarının tarihini yok sayan, Filistinlilerin bölgeye ait olmadığını iddia eden, asıl saldırgan tarafın Filistin olduğunu ortaya koymaya çalışan bir eğitim sistemleri var. Ama bunun dışında sanıyorum, Yahudi metafiziğine bakmak lazım. Yahudi ilahiyatına baktığımız zaman Yahudilerin Tanrının seçtiği kavim olduğu, bunların 'arzı mevud' denen yani Nil'den Fırat'a kadar olan bütün o bölgenin hakkı mirasları olduğu, bunu Tanrının kendilerine vaat ettiğini söylüyorlar ve Yahudilerin diğerlerinden üstün bir ırk olduğuna, diğerlerinin ancak Yahudilere hizmet edebileceğine inanıyorlar. Kendi kitaplarında öngörülen hükümler bunlar. Tabii, kitaplarında sadece bunlar yok aslında. Öldürmeyeceksiniz, merhametli olun, insancıl olun, kötülük yapmayın, ahlaklı olun, kulluk vazifelerinizi yerine getirin gibi hükümler de var. Siz bu isyanlarda bulundukça Tanrı sizi cezalandıracaktır deniyor.
O halde Siyonist ideoloji hem dini hem bu insanları kendi çıkarları için kullanıyor?
Kitapları tahrif edilmiştir. Orijinal değildir. Ama bu haliyle bile Siyonist ideoloji orada kendi ulusal ırkçı saldırgan politikalarını, yaklaşımlarını meşrulaştıracak hükümleri ön plana çıkarmaktadır. Bunu eğitim yoluyla, medya yoluyla topluma şırınga etmektedir. Ama toplumun masum olduğunu da söylemek mümkün değil. O zaman toplumu pasif bir konumda görürüz. Hakikatte öyle değildir. Deniyor ki, İsrail halkı çok eğitilmiş bir halktır. Yahudiler çok okuyan, çok iyi düşünen, zeki, entelektüel bir millettir. Biz bile Türkiye'de pek çok şeyin farkındayız. Bizim de resmi bir ideolojimiz var. Asrımız bir sürü şeyi insanlara şırınga etmeye çalışıyor. Eğitim sistemimizin de çok özgürlükçü olmadığı kesin. Buna rağmen Türkiye'de statükonun, bize dayatılanın dışına çıkan binlerce, on binlerce insan var. Ama İsrail'de bunu görmüyoruz.
İSRAİL'DE KÖTÜLÜĞÜN MEŞRU GÖRÜLDÜĞÜ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ VAR
Bundan çıkan sonuç; aslında halkın da hiç de öyle masum olmadığıdır. Zaten bildiğiniz gibi İsrail'de herkes askerdir. Kadınlar da erkekler de, bildiğim kadarıyla, hem üç yıl askerlik eğitimi alıyorlar hem bir ay da askerlik hizmeti vermek zorundalar. İdeolojik devletin, asker devletin, komşularıyla barışçı olmayan devletin, saldırgan idealleri olan devletin düşünce kalıpları belli ki halk tarafından içselleştirilmiştir. Onlar da durumdan gayet memnunlar. Birkaç gün önce Gazze bombalanırken bir grup Yahudi'nin olay mahalline yakın bir yere piknik yapmaya gelmesi ve olayı çekirdek çıtlayarak izlemesi bence dehşet verici bir durum. Bu insani bir şey olamaz. Ortada çok ciddi psikolojik problemler var. Kötülük sıradan ve normal kabul ediliyor. Kötülüğün meşrulaştırıldığı bir dünya tasavvurundan bahsediyoruz. Öyle bir tasavvur ki bu siz kendinizi çok iyi, başkalarını çok kötü olarak algılıyorsunuz. Sizi hiç kimsenin cezalandırma hakkının olmadığını düşünüyorsunuz. Çünkü siz soykırıma tabi olmuş bir milletin çocuklarısınız. Kimseye hesap vermek gibi bir yükümlülüğünüzün olmadığını düşünüyorsunuz. Çevrenizdeki halkların geri kalmış, ilkel insanlar olduklarını ve sizin asıl o topraklara sahip olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Fırsatını bulunca bunlar bizi yok edecek diye düşünerek onları yok etmenin meşruluğuna kendinizi ikna etmişsiniz zaten. Hiçbir barış girişimini desteklemiyorsunuz. Size vaat edilen topraklara sahip olma ve bunun gereği olarak her türlü ahlak dışı bir takım maceralara girmeyi de kabul edilebilir buluyorsunuz. Politikacılarınız ne kadar saldırgansa, ne kadar savaş yanlısıysa, ne kadar katliam yapabiliyorlarsa onları destekliyorsunuz. İster sağcı ister solcu olsun hiçbir politikacının hiçbir politik partinin yaklaşımında ciddi bir değişim olmadığı ortadayken bu insanları masum görmek mümkün değildir.
Söylediğiniz gibi soğuk savaş döneminden sonra insan hakları, demokrasi söylemleri çok ön plana çıkarıldı. Bu durumun aslında İslam dünyasını da Batılı değerle sistemine entegre etmek gibi bir işlevi var. Karşı koyan güçler bir şekilde cezalandırılıyor. 11 Eylül'den sonra ise bunun daha bir ivme kazandığına şahit oluyoruz. Müslümanlar potansiyel teröristtir yargısıyla hareket edilmeye başlandı. Hamas'ın bu kadar hedef tahtasına yerleştirilmesini ve bu savaşı 11 Eylül sonrası terörle mücadele bağlamında değerlendirebilir miyiz?
Evet. Bu bağlamda değerlendirebiliriz. Zaten soğuk savaş dönemi sonrasında uluslar arası dengelerden, yeni yaklaşımlardan bahsettim. Ve Batılı hegemonik güçlerin İslam dünyasında o bölünmüşlüğü daimi kılmak istediklerini ve İslam dünyası içerisinde belli bir direniş sergileyen Batılı hegemonik güçlerle işbirliği yapmayan kendine göre farklı bir ideolojisi olan farklı devletlerle yakınlık kurmaya çalışan faktörleri elimine etmeye çalıştığını ya da en azından pasifize etmeye çalıştığını söyledik. 11 Eylül saldırısından sonra Batılılar zaten tehdit olarak algıladıkları sözüm ona 'İslamcı teröristleri', 11 Eylül saldırılarını onlara mâl ederek –onlar yapmıştır veya yapmamıştır bilemiyorum tabii- kendilerince İslami terörist söylemlerinin haklılığını ortaya koymuşlardır. Batılılar buna "kendi kendini gerçekleştiren kehanet (self fulfilling prophecy)" derler. Birilerini tehdit olarak algılarsınız. Sürekli onları dışlamaya, hayat damarlarını kurutmaya çalışırsınız. Bir zaman sonra onlardan bir grup bir eylem yapar ve 'ha işte, biz bunu demiştik' dersiniz. Onları öfkelendirir hareket alanını kısıtlarsınız. İslam dünyasında demokratlaşma hareketlerini baltalarsınız. Halkların daha çok baskı altına alınmasını desteklersiniz.
11 EYLÜLDEN SONRA AMERİKA İSRAİLLEŞMİŞTİR
Aslında buradan şunu öğrenmek istiyorum; madem bu savaşı 11 Eylül sonrası terörle mücadele politikaları çerçevesinde değerlendiriyoruz. Şu durumda Siyonist ideolojinin küresel hegemonik ideolojiyle örtüştüğünü, çıkar birliği yaptığını söyleyebilir miyiz?
Tabii. Aslında 11 Eylülden sonra zaten saldırgan hegemonik arayışlar içerisinde olan, hiper güç haline gelen Amerika'nın artık İsrailleştiğini görüyoruz. Son yıllarda Amerika'nın İsrail'i manipüle etmesine benzer şekilde İsrail de Amerika'yı daha etkin kullanma uyanıklığını göstermiştir. İsrail'in Amerika'ya mesajı şudur; bak gördün mü, bize yönelik gerçekleştirilen İslami terör sizi de vurdu. Bizim mücadelemiz ortaktır. Demokratik, özgür dünyanın asıl tehdit unsurları 'İslamcı teröristlerdir'. Aslında bununla kasıt da İslam dünyasıdır. Dolayısıyla öyle bir söylem geliştirdi ki, 'İslamcı terörist' söylemi yaygınlaştı ve İslami direniş örgütleri terörist kategorisine konmaya başlandı. Örneğin Hamas ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir direniş örgütüdür. Kuvayı milliye gibi milli bir mücadele vermektedir. Hizbullah da Lübnan'ın bütünlüğünü sağlamaya çalışan Lübnan'ın özgürleşmesi için savaşan bir direniş örgütüdür. Bunları 'terörist' olarak adlandırmaya başladılar. Mesela şimdi Afganistan'da, Irak'ta işgale karşı savaşanlara, milli mücadele verenlere terörist diyorlar. Dolayısıyla 11 Eylülden sonra, soğuk savaş döneminden sonra zaten var olan İslam dünyasını dışlamaya ayarlı jeopolitik yaklaşım bir bakıma daha ölçek büyüterek daha kapsamlı hale gelerek saldırı tehditleri direk saldırıya dönüştü. Amerikan işgali altındaki Irak ve Afganistan gibi bugün Somali de Etiyopya'nın işgali altındadır ve zaman zaman ABD bombalamalarına maruz kalmaktadırlar. Yine 11 Eylülden sonra, demin sözünü ettiğimiz, Lübnan'ın 2006'da İsrail'in saldırısına uğraması sürecinde, işgalci güçlerin bu ülkede korkunç kıyımlar yapmasına şahit olduk. Filistin'deki katliamların giderek yaygınlaştığını, liderlerin birer birer katledildiğini, toplu öldürmelerin arttığını gördük. İran'a yönelik ambargo, Sudan'a yönelik askeri yaptırımlar, ve bir grup Suriye askerinin, mevcut uluslar arası anlaşmaya rağmen, Lübnan'dan çekilmek zorunda bırakılması. Açıkça söylemeli ki, 11 Eylülden sonra Amerika-İngiltere-İsrail üçlüsü İslam dünyasına savaş ilan etmiştir. Avrupalılar da bu savaşın, bu şer ekseninin sessiz işbirlikçileri olmuşlardır.
FKÖ'nün bölgede iki devletli yapılanmayı kabul etmesinden sonra şimdi Hamas'ın gerek mültecilerin geri dönüş şartında gerek Kudüs'ün statüsü konusunda ve gerekse İsrail'in meşruiyeti konusunda taviz vermeyen politikalarını Filistin mücadelesi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hamas'ın pozisyonunu çok doğru buluyorum. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) zaten artık bitmiştir. Filistin halkının çoğu biliyor ki, İsrail'le işbirliği yapan bir yönetim haline gelmiştir. Bu anlamda bir Hüsnü Mubarek rejiminden, Kral Abdullah rejiminden ya da Suud rejiminden bir farkı kalmamıştır. Bu anlamda onlar bitmiştir.
Hamas'ın pozisyonuna geldiğimiz zaman, Hamas ancak adil bir barış istiyor. Yani "bize dayatılan yapay sınırlar içinde yaşatılmaya çalışılan, küçük yaşaması mümkün olmayan İsrail'in yarı sömürgesi durumuna getirilmiş, her tarafından kuşatılmış, mültecilerin dönüş hakkının olmadığı kukla devlet olmak istemiyoruz" diyorlar. Zaten öyle bir devletin yaşama şansı da yoktur. Hamas İsrail'i tanımıyor, müzakere etmek istemiyor. Fakat bugüne kadar yaşanan müzakere sürecini engellemeyeceğini söylüyor. Barıştan yana olduğunu her zaman söylüyor fakat barışın adil barış olması gerektiğini söylüyor. Adil barışın koşulları; mültecilerin dönüş hakkı, bütün yerleşimlerin ortadan kaldırılması, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'ün bütünüyle Filistin halkının egemenliğine bırakılması, hiçbir şekilde dışardan kuşatılmanın olmaması, egemenliğin sınırlandırılmaması, güvenlik sınırlarının saptanması gibi koşulları var. Yani Hamas gerçekten yaşayabilecek anlamlı ve Filistin halkının aynı toprakları paylaşabileceği bir devlet peşinde. Ben Hamas'ın pozisyonunun dışındaki hiçbir pozisyonun makul ve meşru olduğunu düşünmüyorum. Ama İsrail'in de kısa vadede bu pozisyonu benimseyeceğini düşünmüyorum. İsrail zaten İslam ve Arap dünyası bölünmeye devam ettiği sürece hiçbir şekilde kendi hegemonik çıkarlarına aykırı olan bir anlaşmaya imza atmayacaktır.
İSRAİL'E KARŞI BENİMSENEBİLECEK TEK DOĞRU TUTUM HAMAS'INKİDİR
İsrail'in amacı aşama aşama Filistin topraklarını tamamen işgal etmektir ve oradaki insanları korkunç baskı ve ambargo yoluyla, katliamlar yoluyla, tehditler yoluyla o bölgeden göç etmeye zorlamaktır. Dolayısıyla İsrail'e karşı benimsenebilecek tek tutum Hamas'ın tutumudur. Bundan böyle İsrail'le barış rejimini devam ettirelim diyen sesler aslında Filistin halkına ihanet edenlerdir. İsrail'in çıkarına uygun bir formülde yer alanlardır ve uzun vadede Filistin'in yok olmasını destekleyen güçlerdir.
Buna Arap ülkeleri de dahil mi?
Kesinlikle dahil. He ne kadar yönetimler bunu itiraf etmese de benim kanaatim kendi rejimlerinin selameti için Hamas'ın ortadan kaldırılması ve gerekirse Filistin davasının ortadan kalkmasına sevinmeseler de sessiz kalacaklardır. Bunlar başta Mısır olmak üzere Ürdün, Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer küçük rejimlerdir.
İsrail Jerusalem Post gazetesinin 5 Ocak tarihli başyazısında Türkiye'nin tutumu değerlendiriliyor ve yazı bir öneriyle bitiriliyordu; Türkiye Doğu ve Batı arasında köprü olmak yerine Hamas gibi İslamcı politikaların duyurucusu olmayı tercih etmemeli. Türkiye bir yol ayrımında mı?
Aslında Türkiye zaten İsrail'le Filistin arasında arabuluculuk denen o sürece tekrar girmeyi kendisine hakaret olarak algılıyor. Zaten verilen sözler yerine getirilmedi. İsrail Türkiye'yle yaptığı görüşmeden birkaç gün sonra Gazze'deki korkunç katliamına başladı. Yani zaten bu noktada Türkiye'ye yönelik bir ihanet var. Türkiye kamuoyuyla hükümetiyle İsrail'le ciddi bir diyalogun oluşmasının anlamlı olmadığını fark etmiş durumda. Türkiye yol ayrımında değil. Çünkü zaten daha önce de hükümet ve halk düzeyinde Filistin davasını destekliyor. Açıkçası İsrail ve Amerika tarafından kullanılmamaya kararlı. İsrail'in temizlemesi gereken büyük bir leke var. Türkiye bu krizin bir an önce sona ermesini ve uluslar arası topluma hesap vermesini bekliyor.
TÜRKİYE HAYDUT DEVLET İSRAİL'E YAKIN OLAMAZ
Ama Türkiye bölgede İsrail'in en önemli müttefiki olarak Filistin'e ihanet etmiş olmuyor mu?
Tabiî ki. Zaten bu süreçte İsrail'i hiçbir şey olmamış gibi muhatap almaya devam ederse ve hatta yine arabuluculuk söylemlerini devam ettirmeye kalkarsa bu açıkçası Filistin halkına ihanet olur. Ben Türkiye'nin böyle bir şey yapacağını düşünmüyorum. Bence Türkiye aslında İsrail'in bir yol ayrımında olduğunu düşünüyor. Çünkü Türkiye'nin son yıllarda giderek haklı Filistin davasına daha