Sibel Eraslan'ın köşe yazısı
Son yaşadığımız olaylar, toplum olarak içimizde saklı tuttuğumuz gerçekleri bedeli acı olsa da ortaya döküyor bir bir... Özellikle savunmasız çocuklara yönelik tensel, cinsel ve ruhsal şiddet olayları hepimizi darmadağın edecek ölçekte... Farkındaysanız, sanki derinlerimizde uzun zamanlardır biriktirdiğimiz pek çok şiddet olayı, adeta bir fayın ortadan kırılması gibi toplumsal bir deprem olarak önümüzde... Kimsesiz çocukların kaldığı yurtlardaki kötü muameleler, zihinsel engelli kişilerin yaşadığı hastane dehşetleri, birbirlerine bağlanarak yakılmış küçük çocuk cesetleri ve elbette Hüseyin Üzmez vakası ile basında bir çorap söküğü gibi yer almaya başlayan envai çeşit taciz, tecavüz, ensest vakası... Sanki toplumsal bir depremi yaşıyoruz...
Kimse bu tip suçların kendi ailesinde, kendi idare ettiği kurumlarda, kendi arkadaş çevresinde, kendi yaşadığı sokakta, kentte ve en sonunda kendi ülkesinde ve hatta hayat sürdüğü gezegende yaşanmasını istemez. Çünkü savunmasız çocuklara yönelik şiddeti, insanlığın hiçbir karesi kabul edemez. Yetişkinlere yönelik şiddet de elbette kabul edilemez. Ama yetişkinlerin hiç olmazsa kendilerini savunabilecekleri daha çok yöntem olduğunu düşünürüz...
Şiddet mevzuunda ideolojik köken aramanın bize vakit kaybettirdiğini, sadece zaten var olan kalın iletişimsizlik duvarlarımızın bir kere daha kalınlaştığını fark ediyorum son olaylar çevresinde. Bunu ilk kez, her ikisi de profesör olan anne-babanın çok iyi şartlarda yetişmiş evlatlarıyla yaşadığı dramatik olayda fark etmiştim. Kız, annesinin boğazını kesmişti. Bu kız ve işlediği suçun pek çok sosyal ve psikolojik sebebi vardır elbette. Ama bunu sadece getirip o evladın yetiştiği seküler çerçeve üzerinden değerlendirmek haksızlık ve kolaycılıktı... Tıpkı bugün Hüseyin Üzmez üzerinden inşa edilen ve faturası mütedeyyin çevrelere ve din olgusuna çıkarılan ortamda yaşadıklarımız gibi...
Hemen hepsi de yakın arkadaşım olan bir topluluk, Hüseyin Üzmez konusunda Vakit Gazetesine Tepki verdi. Bu iyiniyetli tepkinin ardından en akla gelmeyecek ve ağza alınmayacak mektuplar, tehditler aldım, internet sitelerinde küfürler eşliğinde resimlerimizi basanlar, ardından işi Peygamberimize ve İslâm Dinine kadar vardırdılar. Tam bir kaos! Herkes bilinçaltında neyi taşıyorsa, döke saça savurmaya başladı. Tamam bunlar da insani tepkiler diyelim, diyelim de... Suç nerede kaldı ve o suçla mücadele konusunda, mağduriyetlerin tamiri mevzuunda kayda değer ne yapabildik?
Yetişkinler olarak, vicdan kanatıcı suç olaylarında hiç de sorumluluk sahibi büyükler gibi davranamıyoruz. Olayları dehşetli bir mahalle kavgasına çevirerek, “Oh olsun, işte siz hepiniz böylesiniz” dercesine ateşin üstüne körükle yürüyoruz. Bunu sadece “karşı mahalle” yapmıyor, bizler de yapıyoruz. Çünkü böyle yapmak kolay olanıdır.
Şiddete elbette tepki göstereceğiz. Şiddet ve yol açtığı zulüm ortamı ile elbette mücadele edeceğiz. Ama nedense tepkilerimizin vardığı sinir uçları, hemencecik mahalle kavgasına dönüşüveriyor. Bu noktadan sonra yaralarımız derhal örtbas edilerek tülbente sarılıyor, yarayı unutup kavgaya devam ediyoruz... Çözümse başka bahara! Ve o bahar hiç gelmiyor!
Basit bir değiş tokuş yaparak hayalimizde canlandıralım: Hüseyin Üzmez, bizim mahallede değil de karşı mahallede olsaydı... Anasının boğazını kesen kız, Bilkentli değil de İmam hatipli olsaydı... Nimet Hanım, bakan değil de muhalefet vekillerinden biri olsaydı... Çeteciler Cumhuriyet gazetesinden değil de sağ bir gazeteden çıkmış olsaydı...
Ne değişirdi?
İsmini bile bilmediğimiz bir kız çocuğu var elimizde: B.Ç... Onun psikolojik bir travma geçirip geçirmediğini ciddi ciddi konuşuyoruz. Allah aşkına tüm ülkeyi B.Ç’ye çevirmedi mi bu tartışma? Hangimize psikolojik travma yaşatmadı? Ha B.Ç... Ha T.C...
Suç, “karşı mahalleye” ait olunca yükümüz daha mı az olur? Suç şayet suç ise, olduğu yerde ve yol açtığı tüm yaralarla yaşamaya devam etmez mi? Küçük kızlar daha az taciz olur, küçük çocuklar daha az dayak yer, annelerin gırtlağı kesilirken daha az acır ve darbeler bizden çıktığında daha mı az karartır hayatı? Bu insanlar aramıza uzaydan ışınlanmadı. Bu suçlar Çin’de işlenmedi, mağduriyetler Kutuplarda yaşanmıyor. Suça da en az mağduriyetler kadar yakınız. Hepimiz.
Ne zaman yetişkinler olacağız biz? Ne zaman terk edeceğiz bu gözlerimizi kör eden holiganlığı?
Hiçbir şeye hakettiği ölçüde üzülemiyoruz farkında mısınız? Çocuklar gündüz gözüyle yakılıyor neredeyse seviniyoruz, ekonomik yoksulluk her türlü fuhuş ve terör olayını besliyor neredeyse bayram ilan edeceğiz, oysa hepsi bizim evladımız, kardeşimiz değil mi?
Şimdi elimizde patlayan bu şiddet ve istismar bombasına, “yok benimdi, yok senindi” demenin herhangi bir faydası yok!
Şimdi “iş” zamanı... Kolları sıvayıp bu sosyal depremden nasıl sağ salim çıkabileceğimizin planlarını yapmanın vakti. Suçlunun kim olduğunu gözetmeden adaletle yürümenin, mağdurun kim olduğuna bakmadan merhametle yaklaşmanın vakti.
Değil mi?