“Bu ülkede askerin siyasileşmesine Jön Türkler neden oldu. Siyasi iktidar toplum ayaklandırılarak değil, ordunun desteği alınarak darbeyle değiştirildi.”
“İttihatçılar, 31 Mart’a “şeriatçı” hareket dediler. Eğer bunun ordu içinde kavga olduğu öğrenilirse, ordumuzun bir kısmı “şeriatçı” olur ki, bu durum, ideolojiye terstir.”
“En sivil yönetim Abdülhamit yönetimiydi. Askerin siyasette ağırlığının en az olduğu dönem onunkiydi. Ama paradoks şu ki, o da demokratik sistemden yana değildi. Otokrattı.”
Neşe Düzel / Taraf
NEDEN: CEMİL KOÇAK
Genelkurmay’ın bilgisayarlarından peş peşe cunta planları çıkıyor. Siyasi iktidarı devirmek, orduyu ülkenin yönetimine oturtmak, tekrar eski şaşaalı darbeli günlere dönmek için siyasilere ve topluma tuzaklar kuruluyor. Bizde asker, toplumu yönetme arzusundan bir türlü kurtulamıyor. Asker bu ülkede nasıl bu kadar siyasileşebildi? Dünyada bizim kategorimizdeki bütün ülkeler, Latin Amerika’sından Yunanistan’ına, ordu sorununu çözmüş iken, bizde asker neye dayanarak hâlâ siyasi hayatımızda çok ciddi bir yere sahip olabiliyor? Askerin bu konumunun, bu siyasi ihtirasının, bu devleti sahiplenme ısrarının bir geçmişi ve bir tarihî dayanağı olmalı. Biz de bu topraklardaki ordu-siyaset-aydınlar ve toplum ilişkisini anlamak için son 150 yıla baktık ve önde gelen en parlak yakın dönem tarihçilerimizden Cemil Koçak’la konuştuk. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Cemil Koçak’ın Türkiye’de Millî Şef Dönemi, Abdülhamid’in Mirası, Türk-Alman İlişkileri, Umûmî Müfettişlikler, Belgelerle Heyeti Mahsusalar, Demokrat Parti Muhalefeti adlarıyla yayımlanmış kitapları var.
Askerin bizim siyasi hayatımızda çok ciddi bir yeri var. Bu, herhalde bir günde olmadı. Asker nasıl bu ülkede böyle siyasileşti?
Bizde, ordu-siyaset ilişkisini Yeniçerilerle başlatmak çok revaçtadır ama bence doğru bir tahlil değil bu. Evet, Osmanlı’da Yeniçeriler devamlı isyan ettiler, siyaset ve saltanat üzerinde çok etkili oldular ama, bugünkü meseleden farklı bir durum o.
Bizde ordu ne zaman siyasileşti sizce?
Bugünkü ordu-siyaset ilişkisi Osmanlı modernleşmesiyle başladı. Yeniçeriler, Merkez’le bağlarını koparmışlardı. Ordunun merkeze bağımlılığı ve bağlılığı “modernleşme” sonucunda sağlandı. Böylece yeni Batılı bir ordu kuruldu. Ve bu yeni ordu, Merkez’in ordusu oldu. Yani bu ordu sultana bağlı kaldı, siyasi iktidarın emrinde çalıştı, isyan etmedi, disiplinli bir ordu oldu.
Ordunun siyasi iktidara isyan etmemesi ne kadar sürdü?
Uzun sürmedi çünkü Genç Osmanlılar saltanata karşı parlamenter sistem kurmak için harekete geçtiklerinde önlerinde iki yol vardı. Ya iktidar değişikliği için Sultan Abdülaziz’i ikna edeceklerdi -ki bunu denediler ve başarılı olamadılar.
Padişahı neye ikna edeceklerdi?
Parlamenter sistemin devletin lehine olacağı konusunda onu ikna edeceklerdi ama olmadı. Ya da halkı parlamenter sisteme ikna edeceklerdi. Halkla birlikte saraya yürüyüp padişahı devireceklerdi. Bu da pratik olarak mümkün değildi.
Niye mümkün değildi?
Sadece Osmanlı değil, bu coğrafyanın bütün toplumları böyledir. Bu coğrafyada siyasi iktidarlar, toplum ayaklandırılarak değil, silahlı gücün desteği alınarak saray içi darbelerle değiştiriliyor. Ziya Paşa ve arkadaşları da bu en pratik olan yola başvurdular. Asker-siyaset ilişkisinin macerası memlekette işte böyle başladı!
Tam olarak nasıl başladı?
Genç Osmanlı hareketi, kurulan yeni modern ordunun bir kısmını ikna edip, siyasi iktidarı onun yardımıyla değiştirme yolunu seçti. Ama dikkatinizi çekerim, burada amaç silahlı gücü iktidara getirmek değildi. Amaç parlamenter sistemi kurmaktı.
Silahlı güçle birlikte darbe yapıp, sonra onu siyasi iktidardan uzakta tutmak, siyasete karıştırmamak mümkün mü?
Siyasi iktidarı, silahlı güçle birlikte devirdiğiniz andan itibaren, silahlı güç, siyasi iktidar oluyor tabii... Sultan Aziz bu yolla işte böyle devrildi. Parlamenter sisteme geçildi, anayasa yapıldı, parlamento toplandı. Ardından Sultan Abdülhamit geldi. O, parlamenter sistemi bir tarafa bıraktı, eski yönetime geri döndü. Ve bunun üzerine bu kez meşhur Jön Türkler piyasaya çıktı.
Jön Türkler sivil mi?
Tamamı sivil. Bunların bir kısmı memlekette kaldı, bir kısmı Avrupa’ya gitti. Orada muhalefet ettiler, gazeteler çıkardılar. Bu yayınları gizlice ülkeye sokup aydınları ve ahaliyi parlamentonun tekrar açılması için ikna etmeye çalıştılar, sürekli propaganda yaptılar.
Halkı etkileyebildiler mi?
Hayır. Rusların yaptığı gibi halkı ayaklandırıp, sokaklara dökmek ve bir vur-kaç yapmak Jön Türk politikasına uygun değildi. Çünkü onlar halkı biraz ayaktakımı olarak görüyorlardı. Halkı tehlikeli ve riskli buluyorlardı. Ama bu arada da fikirlerini uygulamak için iktidara gelmek istiyorlardı ama gelemiyorlardı. Zaten sonunda bir ikileme düştüler. Bir grup, “madem gücümüz iktidarı devirmeye yetmiyor, İngilizlerden, Fransızlardan yardım alalım” dedi. Yabancı devletlerle işbirliği yaparak siyasi iktidarı değiştirmek birçoğunun kanına dokundu. İkinci grubun ise aklına gene ordu geldi. İktidarı silahlı gücün yardımıyla devirme işi daha önce denenmişti ve başarılı da olmuştu.
Bu ülkede aydınların halktan korkusu hiç bitmedi. Jön Türkler halktan niye korkuyorlardı?
Çünkü siyasi iktidar değişikliğini demokrasi için değil, devleti kurtarmak için istiyorlar. Temsili sistemi, özgürlüğü, basın hürriyetini devletin kurtarılmasında yardımcı araçlar olarak gördükleri için tercih ediyorlar. Üstelik bu özgürlüklere karşı çıkanlar da onlar gibi aynı paradigma içinde duruyorlar. Onlar da devletin kurtarılması için bu değişikliklerin olmaması gerektiğini söylüyorlar. Anlayacağınız, iki taraf da insanların özgürlüğünü, demokrasiyi değil, devletin kurtarılmasının yolunu arıyor. Nitekim Jön Türk ideolojisi, geçen yüzyılın başında o güne dek pek düşünülmemiş, ilgilenilmemiş bir kesime yayılmaya başlıyor. Jön Türk ideolojisi, subaylar arasında, ordu içinde yayılmaya başlıyor.
Sonuç ne oluyor?
Ordu, birdenbire “kendine!” geliyor. Bu ülkede askerin böylesine siyasileşmesine neden olan Jön Türklerdir. Sivil ve aydın kesimin yarattığı Jön Türk ideolojisiyle ordu ideolojisi üst üste gelince, birleşince, şöyle bir şey oluyor. Subaylar Jön Türk ideolojisini benimser benimsemez, sivil aydınların rolü marjinalleşiyor. Devleti kurtarmanın ve yönetmenin esas sahibi, önderi, öncüsü ve gövdesi karargâhlar oluyor. Askerler, devleti, ülkeyi, milleti kurtarabilecek tek gücün kendileri olduğunu, sivillerin bu işi yapamayacağını söylüyorlar. Zaten bugünkü anlamıyla İttihatçılık da budur!
İttihatçılık nedir?
Ordu karargâhlarında olgunlaşan bir düşüncedir İttihatçılık... Jön Türk ideolojisi, askerci ve orducu değildi ama kendi ideolojisini ordu üzerinden gerçekleştirmek istedi. O zaman da ideolojinin esas taşıyıcısı, esas bayraktarı ordu oldu. Bu memlekette ordunun siyasileşmesi işte böyle gerçekleşti.
Talat Paşa, Cavit Bey gibi isimlere bakılarak İttihatçıların daha çok sivil oldukları söylenir. Bu doğru değil mi?
Bu sadece bir söylem. İttihat ve Terakki’nin içinde sivil çok ama, yönetiminde hiçbir zaman sivil ve entelektüel kanat ağırlıklı olmadı. 31 Mart olayıyla birlikte başlayan sıkıyönetimlerden sonra mesele tamamen askerî ağırlıklı devam etti. Yönetimde asıl ağırlık asker grupta oldu.
Bu ülkede irtica korkusu özellikle 31 Mart ve Kubilay olaylarına dayanır. 31 Mart olayı, irticacıların ayaklanması ve bu ayaklanmayı ordunun bastırması olarak öğretilir. Ahmet Altan, İsyan Günlerinde Aşk romanında 31 Mart’ın ordu içi bir çatışma olduğunu anlatmış ve aydın kesimin hışmına uğramıştı. 31 Mart olayında gerçek nedir?
31 Mart olayı, bir ordu içi iktidar kavgasıdır. 1908’de ordunun İttihatçı kanadı iktidarı ele geçiriyor. Ordu içinde İttihatçı olmayan grup buna tepki gösteriyor. Bunun üzerine toplanan Hareket Ordusu gelip, kendi ordusunu vurmak zorunda kalıyor. Kısacası 31 Mart olayı, 1908’de iktidara gelen İttihatçı cuntaya karşı ordunun kendi içinden bir reaksiyondur.
Niye topluma bu gerçek anlatılmıyor da, hâlâ yalan söyleniyor peki?
Çünkü 31 Mart’ın bir ordu içi kavga olarak tanımlanması herkesin tüylerini ürpertiyor. Düşünsenize... Kendisini özgürlükçü ve meşrutiyetçi olarak tanımlayan İttihatçılar, 31 Mart’ı “şeriatçıların” kendilerine karşı bir hareketi olarak nitelemişler. Eğer şimdi 31 Mart’ın, gerçekte “ordu içinde yaşanan bir iktidar çatışması” olduğu kabul edilirse, o zaman kıymetli ordumuzun bir kısmı da “şeriatçı” hale gelmiş olur ki, bu durum, ideolojiye hiç de uygun değildir. Aslında 31 Mart yakın tarihimiz açısından çok önemlidir.
Bu tarihi çarpıtmanın dışında 31 Mart başka hangi açıdan önemlidir?
Birincisi bu ülkede, “mürteci” ve “irtica” laflarının siyasi anlamda kullanılması 31 Mart’la başladı. Daha önce böyle laflar hiç yoktu. İkincisi, ordu, siyasetle ilgilenmeye başladığından itibaren paramparça oldu.
Peki, askerin siyasileşmesine engel olmaya çalışan kimse olmadı mı?
Hayır. Çünkü burada iktidara gelmek isteyen her siyasi hareket orduyu kendi yanına çekmeye ve ordunun gücünden yararlanmaya çalışıyor. Ordu bu anlamda, her siyasi gücün yararlanmaya çalıştığı bir kuruluş oluyor.
Siviller kendi başlarına bir siyasi hareket yürütemiyorlar mı?
Hiç böyle bir şey yok. İttihatçılara karşı çıkan ve güya en sivil hareket olan Hürriyet ve İtilafçılar’a bakıyorsunuz. Onlar bile orduyu kendi yanlarında tutmaya çalışıyorlar. Bu topraklarda siyasetin gerçeği bu!
Askerin siyasette en fazla ağırlığını hissettirdiği dönem hangisi?
İttihatçıların zamanında ordunun siyasi gücü çok yüksekti. Ordunun dışında hiçbir siyasi güç yoktu. 1908’de iktidara gelen İttihatçılık, Jön Türk ideolojisine ancak 1912’ye kadar dayanabildi. 1912’de Balkan Harbi’nden itibaren İkinci Meşrutiyet’i bitirdi ve askerî diktatörlüğü fiilen kurdu. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir İttihatçı cuntanın ordu üzerindeki hâkimiyetine dayanarak kurduğu fiili bir askerî diktatörlük olarak yönetildi. Bana, askerin siyasette ağırlığının en az olduğu dönem hangisi diye sorarsanız...
Bu hangi dönemdi?
En sivil yönetim Abdülhamit yönetimiydi. Abdülhamit, askerleri risk olarak gördüğü için, askerlerin siyasileşmesine engel olmaya çalıştı. Onlara hiçbir zaman devlet yönetiminin üst katlarında söz hakkı vermedi. Ordu özel olarak zayıflatılmış bir halde tutuluyordu.
Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürüttüğü söylenmez mi?
Abdülhamit, askerin, silahı siyasette vurucu güç olarak kullanabileceğini bildiği için, onu tecrit etti. Donanmayı Haliç’te tutmasının nedeni budur. Abdülhamit yönetiminde, devletin fotoğrafında hiç asker yoktu. Abdülhamit yönetimi tamamen sivil bir yönetimdi. Ama paradoks şu ki, o da demokratik bir sistemden yana değildi. Otokrattı ve ülkeyi sivillerle yönetiyordu! Diğer taraf ise demokratik bir sistem talep ediyordu ve Abdülhamit’i devirmek için silahlı kuvvetlere müracaat etmek zorundaydı. Bu büyük bir paradokstu.
Ordunun askerî gücüyle siyasi ağırlığı arasında bir ilişki var mı?
Yok, ama şöyle bir gerçek var. Siyaset ordu tarafından belirlendiğinde, ordunun içinde bir grup mutlaka o politikaya tepki gösteriyor. Ve ordu, ister istemez siyasi görüş olarak parçalanıyor.
Pek anlamadım...
Yani... Siyasete karıştığı andan itibaren bir orduda ayrışmalar başlıyor. Mesela İttihatçılar genelde Almancıydı. Ama içlerinden Almancı olmayanlar da çıktı. Onlar, Fransızlarla veya İngilizlerle iş yapmanın Almanlarla iş yapmaktan daha doğru olduğunu düşündüler. Atatürk, İttihatçı olmakla birlikte Almancı değildi. O, İngilizlerle birlikte iş görmekten yanaydı.
Siyasi görüş olarak parçalanan bir ordunun askerî gücü zayıflamıyor mu?
Pek öyle doğrudan bir ilişki kuramam. Ordu, Balkan Savaşı’nda yenildi ama Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı ordusu açısından göreli olarak son 50-100 yılın en başarılı harekâtı oldu. Bunu da İttihatçılar becerdi. İttihatçıları bütün günahlarıyla birlikte ele almak lazım. İyi savaşçılardı.
Bu kadar iyi savaşıp, Osmanlı’yı nasıl bu kadar küçültebildiler? İmparatorluğu küçücük toprak parçasına düşürdüler?
İttihatçıların başarısı, ancak karşı tarafın gücüyle kıyaslandığında anlaşılıyor. Fransa, İngiltere ve Rusya ile çok farklı cephelerde savaşıyorsunuz. Balkan Savaşı’nda tek bir kurşun atmadan şehirler bırakılıp gidilmişken, Birinci Dünya Savaşı’nda böyle olmadı.
Balkan Savaşı’nı da İttihatçılar yapmadı mı?
Ama hükümette onlar yoktu. Dolayısıyla fatura işbaşındaki hükümete çıkarıldı.
Birinci Dünya Savaşı’nda bizim ordu ne yaptı? Gerçekten söylenildiği gibi mi? Birinci Dünya Savaşı’nda biz yenilmediğimiz halde yenik mi kabul edildik?
Böyle komik bir şey olabilir mi? Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu yavaş yavaş yenildi. Disiplinini koruyarak, mevzi mevzi, siper siper çekildi. Zira İttihatçıların bir kısmı daha 1917’den itibaren savaşı kazanma ihtimalinin kalmadığını anladılar. Onlara göre, Osmanlı’nın bu badireden kurtulmasının yolu bir an önce Almanlardan uzaklaşıp, Fransız ve İngilizlerle bağımsız bir barış anlaşması yapmaktı. Böylece işgal altındaki toprakları feda edip, hiç olmazsa Osmanlı’dan elde kalanı korumaktı. Hatta bu yola başvurabilmek için, İttihatçıların içinde bir ekip, Almanya ile işbirliği yapan iktidardaki ekibi darbeyle devirmek istedi.
Darbe yapmak isteyenler kimlerdi?
Bu olay, meşhur Yakup Cemil olayıdır ve hâlâ bulanıktır. İngiliz ve Fransızlarla bir barış anlaşması yapılacak ve Alman ittifakından kopulacaktı. Kimler Enver Paşa grubunu iktidardan indirmek için bu cuntaya katıldı? Darbeden sonra kimlere ne sözler verildi? Gerçekten Atatürk’e de çengel atıldı mı? Bunlar hâlâ karanlık konulardır. Bu darbe girişiminin üstü örtüldü ve Enver Paşa ve ekibi, olay sadece Yakup Cemil’le sınırlıymış gibi davrandılar. Olayı araştırıp, Yakup Cemil’in üstüne çıkmaya kalkarlarsa, karşılarında en az kendileri kadar güçlü bir grup bulacaklarından endişe ettiler.
Mustafa Kemal bu hareketin içinde değil miydi?
Orası da belli değil. Üst rütbelilerin kimler olduğu bilinmiyor. Çünkü bir darbe hareketi başarısız olduğunda ona kimse sahip çıkmaz. Sadece Yakup Cemil ve arkadaşları yakalanıp kurşuna dizildiler. Ama dedikodular oldu tabii. Cemal Paşa’nın bu işleri örgütlediği... Yakup Cemil’in, “Darbeden sonra Mustafa Kemal’i sadrazam yapacaktık” dediği gibi dedikodular dolaştı.
Bu başarısız darbe girişiminin önemi nedir?
Bu darbe girişimi, İttihatçılar arasındaki düellodur. İttihatçı iktidara karşı İttihatçı bir darbedir bu. Zaten ordu politikaya karışır karışmaz içinde cuntaların kurulması kaçınılmaz oluyor. Yüksek rütbeli komutanlar arasındaki bu siyasi ayrışma, askerî konulara da sirayet ediyor. Stratejiler farklılaşıyor ve komutanlar arasında anlaşmazlıklar başlıyor. Bir komutan “Asıl önemli olan Batı cephesidir. Almanya’ya yardım etmeliyiz ve Galiçya’ya asker göndermeliyiz” derken... Almanya’ya kendi denkleminde hiçbir şans vermeyen diğer komutan, “Galiçya’ya asker göndermek cinnet. Ben Galiçya’ya gitmem. Niye savaşayım orada” diyor ve kendisine önerilen komutanlığı reddediyor.
Böyle bir ordunun askerî gücü ne oluyor peki?
Komutanlar arasındaki ilişki trafiği böyle azaldıkça orduda emir komuta zinciri zayıflıyor. Orduda yukarıdakiler çatışıyor ve olan alttakilere oluyor...