Roman okuyacağına dersine çalış!
“Her ürün, kendisini üreten ideolojiyi yeniden üretir.”
Yazının başlığındaki bu cümleye çocukluk yahut ilk gençlik devrelerimizde tembihten azarlamaya kadar değişen vurgularda herhâlde birçoğumuz muhatap olmuşuzdur. Bu ikaza kız çocukları için zaman zaman bir ikincisi daha eklenir: “Roman okuma! Ayıptır! Yüzün gözün açılır!” Çocuklarına bu ihtirâz kayıtlarını koyan ebeveyn nazarında roman her halükârda tehlikeli, uzak durulması ehven, faydası zararından çok bir “deformatör”dür.
Bu ihtirâz yahut ikazlar üstelik yalnızca bugün ileri sürülen cümleler değildir. Belki yaşanan kanıksama ve aşılma neticesinde bugün eskiye nisbetle çok daha az duyulmaktadır. Ama az da olsa hâlâ söyleniyor olması, süregelen bir olgunun, bir bakış açısının ifadesidir.
Romana dair sorular bizim maceramızı anlatacak
“Roman okuyacağına dersine çalış!” diyen anne baba, hatta öğretmen bunu niçin söyler? Burada roman sadece bir zaman öldürücü, bir aylaklık aracı olarak mı görülmektedir? Yoksa bu tembihin gerisinde daha esaslı sebepler, daha derine inen bahaneler mi yatmaktadır? Toplumumuzda roman karşısında takınılan bu menfî tavrın altında hangi bakış açısı, ne zamandan beri yatmaktadır?
Romanın Türk edebiyatında kendisini gösterdiği günden bugüne gençlere yöneltildiğine şahit olduğumuz bu ikazlar ve onları âdeta romandan uzak tutma çabaları etrafında akla gelen bu gibi sorular bizce sorulması gereken sorulardır ve bu soruların cevaplarına yönelik olarak yapılacak araştırmalar bize bir edebî tür etrafında toplum yapımız, edebiyat tarihimiz, sosyal ve edebî maceramız hakkında ilginç açılımlar sağlayacak mahiyettedir.
Kemal Tahir, Notlar’ının bir yerinde roman için şöyle bir zemin çizer: “Roman, insanoğlunun sosyo-psikolojik hayatında çıkmaza düşmesi anında başlar. Roman, ancak çıkmaza düşmüş insanın trajedisine doğru genişleyip derinleşebilir.” (Notlar, II, s.141).
Bu yaklaşıma göre, roman insan hayatının bir trajediye saplandığı, bir menfîliği soluduğu zamanın “müşerrih”idir, ama maalesef bir “münşerih”i değil. Kötü yaşanmış hayatların destanıdır. Kaosla yüzyüze gelmenin, yahut hayatı kaoslaştırmanın başladığı yerde zenginliğini yakalar ve bu damarın mecrasına doğru derinleşip yayılır. Aksi takdirde sıradan bir masaldan, bir Keloğlan hikâyesinden farksız bir surette, okuyana hoşça vakit geçirtecek bir çerez tür olmanın ötesine geçemez. Herşeyin mükemmel ve “yolunda” gittiği mutlu, düzenli, gailesiz, huzurluluğun tekdüzeleştirdiği, “yiyip içip muradlarına ermiş” insanların sürdürdüğü bir hayatın sükûneti bir roman çerçevesinde okuyucu için ne kadar cazip olabilir?
Yapısalcı metin tahlili yaklaşımlarında eserin ekseninde hep bir “çatışma” ögesi aranmasının sebeb-i hikmeti de bu olsa gerektir. Geleneksel edebiyat metinlerinin modern metinlerden ayrılan en önemli özelliklerinden birisi de bu “çatışma”yı eserin belkemiğine oturtmadan, iyilerin kötülerden keskin hatlarla ayrıldığı bir idealizasyona dayanan bir tahkiye (narration) düzleminde gelişmeleridir.
Şiir gibi kız, roman gibi hayat
Romanın, bu trajik hayatlar atmosferinde rahat soluma özelliği, zannımca Türkçe’nin keskin nüansları içerisinde çok güzel bir şekilde dile getirilmektedir. Bu millet, sosyal şuuraltının âdeta bir dışa vurumu gibi, edebî türleri de, temellerinde yatan espriyi özetleyecek bir mahiyette günlük konuşma dilinin deyimleri, benzetmeleri arasına katar. Şöyle ki: İyi, güzel, beğenilen, hoşa giden bir durum yahut varlık karşısında Türk insanı “şiir gibi” benzetmesine başvurur. Gördüğü güzel bir kız veya çok beğendiği bir otomobil için “Şiir gibi” diyen kişinin dilinde şiir, mükemmel ve estetik olmanın ifadesidir ve şiir geleneksel edebiyatımızın ana türüdür. Hatta birçok edebiyat araştırmacısı bizim klasik edebiyatımızı, adından başlayarak (Divan edebiyatı), bir şiir edebiyatı olarak nitelemişlerdir. “Şiir gibi” benzetmesini yapan kişi, şiiri ideal, estetik ve üstün bir mevkiye oturtmuştur. Benzer bir şekilde, olağanüstü olayların üstesinden gelmenin, güç işler başarmanın, takdir edilen zor işler yapmanın dilimizde, yine geleneksel edebiyatımızda önemli bir yeri olan destan türüyle karşılanması, “destan yazmak”, “destan gibi” vs. tabirleriyle ifade edilmesi tesadüfî olmasa gerektir.
Ama meselâ buna karşılık bu halk, tiyatroyu ve romanı günlük dil içerisinde küçültücü bir yaklaşımla görür âdeta. “Tiyatro oynama!” der. Bu, aynen “Film yapma!” gibi, “Sun’î davranma! Rol yapma! Olduğun gibi görün!” anlamlarına gelir. Yahut roman söz konusu olduğunda, “Hayatım roman!” veya “Hayatımı yazsam roman olur.” gibi ifadelerde kullanır romanı. Burada roman artık estetik bir ifade aracı, bir edebî tür olmaktan çıkmış, halkın muhayyilesinde, günlük dilde, doğrudan doğruya, yukarıda Kemal Tahir’den iktibas ettiğimiz cümlelerde özetini bulduğu şekilde, “kötü” yaşanan trajik hayatların, mutsuzluk serüvenlerinin, badirelerin, açmazların ifadesi olmuştur.
Romana bu olumsuz bakış nereden kaynaklanıyor?
Burada enteresan olan, halkın, belki kendisi de çok fazla bilincinde olmadan, her ikisi de modern birer edebî tür olan ve bizim kültür ve edebiyatımıza toplumun batılılaşma (modernleşme) sürecinin başlarında girmiş bulunan bu iki türe karşı olumsuz bakışıdır. Diyebiliriz ki, XIX. yüzyıldan bugüne sosyal şuuraltı, âdeta geleneksel kültür ve edebiyatımız karşısında modern bir kültürün, farklı ve kendi geleneksel edebiyatına yabancı bir dünyanın ürünleri olan roman ve tiyatroyu muhafazakâr bir tavır takınarak, menfî bir mecraya ve idrâk doğrultusuna itmiştir.
Bu itişin sebepleri çok şıklıdır. İnsanımızın bu türle tanıştığı XIX. asırdan bugüne kadar uzanan bir süreçte, muhafazakâr halk zihniyeti belki bu şıkların tamamını eleyip sorgulamamıştır. Roman türü üzerinde yürüttüğü sosyo-psikolojik tahliller muvacehesinde bu neticeleri tesbit etmemiştir. Fakat nazarında kesin olan bir şey vardır ki, roman serpilip gelişebilmek için, onun bildiği, tanıdığı, içinde soluduğu cemaat yahut cemiyetin genel kabullerine, estetik değer yargılarına, günlük hayatının içine taşıdığı edebî zevkine ve hepsinden önemlisi ahlâkî normlarına ters düşen bir dünyanın, bir zihniyetin insanlarını istemektedir.
Kendi muhayyel dünyasında ürettiği böyle insan örneklerini bir zaman sonra gerçek hayata da yansıtmaktadır. O, buna, roman okuyan kızında, oğlunda, çevresinde yakînen şahit olmaktadır ve kendisini işin bu yanı ilgilendirmektedir. Yani ahlâkîlik kaygısı, roman karşısındaki tavrının hemen fark edilebilecek kriteri olmaktadır. Romanla baş başa bıraktığı çocuklarını, gençlerini, bir gün gelmekte başka bir dünyanın ahlâkî ölçüleri, âdâb-ı muaşeret kuralları, gönül ilişkileri çerçevesinde şekillenmiş kişilikler olarak görmekte ve yadırgamaktadır. Bu yadırgayış bir yerden sonra romana kendini kapatışa ve reddedişe, çocuklarını ondan uzak tutma isteğine dönüşmektedir. Zira görmektedir ki, romanın dünyası ile kendi geleneğinin dünyası çelişmektedir ve bu çelişme çocuğunu “kendisi gibi” olmaktan alıkoymakta, ona “başka” âlemlerin kapısını aralamak, “başka” insanların ve hayatların cazip dünyasına onu çekmekle kendisinden uzaklaştırmaktadır. Yahut en hafif zararla, çocuğu yaşının verdiği toyluk ve uçarılıkla romanın hayalî dünyası ile hayatın reel şartlarını birbirine karıştırmakta, realitenin sarp yokuşlarına vurmaktansa, romanın önüne serdiği bezenmiş ve cazip ufuklara kanatlanmayı tercih etmektedir.
Bu durum bilhassa XIX. asır insanı için böyle olmaktadır. Radyonun, televizyonun, sinemanın ve benzeri cazip eğlence vasıtalarının olmadığı bir devirde, roman, edebiyat zevki ve sanat boyutunun yanı sıra, insanlara (en çok da gençlere) böyle “boş vakit” doldurucusu bir “eğlencelik” olma veçhesiyle de görünmüştür. Yalnız edebî açıdan değil, sosyolojik açıdan da romanın bu yüzyılda değeri daha çok bu noktadadır.
Küçük insanların hayatını değiştirdi
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde devrinin en önemli romancısı olan Ahmed Midhat Efendi’den bahsederken, “Namık Kemal’de ve benzerlerinde mütâlâa (okuma) bir nevi mücadele idi. Onda dinlenme ve hülyadan gelen sıcaklıkta ısınma oldu. Birdenbire onun kitaplarıyla, çalışan insan hayatına dinlenme saati girdi. Okumaya ayrılan saat. İşte cemiyetimize getirdiği şey. Ve onunla küçük insanların hayatı değişti. Küçük ahşap evlerde lamba başındaki saatler başka bir mânâ ve hüviyet kazandılar.” der.
Bu devir insanının hayatında romanın cazibesini artıran unsurların başında onun bu yanını göz önünde bulundurmak gerekir. Ahmed Midhat Efendi’nin telif romanlarını, bir o kadar tutarında tercüme romanları ve devrinin diğer romancılarının telif ve tercüme romanları izler. Bütün bu yekûn, dönemin okurlarına, Tanpınar’ın dediği gibi, “dinlenme ve hülyadan gelen sıcaklığı” sunar. Yani roman, kuşatıcı ve bütüncül çerçevesi içinde onlar için bazen egzotik, bazen heyecanlı, bazen hüzünlü, fakat her halükârda cazip bir muhayyile ikliminin perdedârıdır. Hülyalarının sırça saraylarını bu iklimin içerisinde bulurlar bazı kereler. Bazı kereler kendilerinden, kendilerini sıkan aile yahut çevre şartlarından uzaklaşıp serazad kanat çırpacakları bir hayal fezâsıdır. Fakat ne var ki bu iklimin sakinleri, bu fezânın perileri, feriştahları batılıdır, yahut “batılı gibi”dir. Çünkü roman, özü ve tabiatı gereği böyle kahramanları ve böyle kahramanların yaşadığı hayatları ister.
Roman caziptir. Muhayileyi “mübtelâ” edici bir yanı vardır. Cemil Meriç’in dediği gibi “aylak tecessüsleri” kolay avlar. Üstelik kahramanlarının yaşadığı hayatlar çerçevesinde muhatabına hazır kalıplar, “manifaktür” bir yaşama tarzı sunar. Dönemin -her şeye rağmen geleneksel bir hayatı yaşayan- muhafazakâr aileleri, evlerindeki delikanlıların yahut genç kızların bir gün, aynen şövalye romanları okuya okuya içinde bulunduğu şartlara yabancılaşan ve hayallerinin atmosferinde “bîhûş”ça kanat çırpan Donkişot-vârî bir surette, bir, iki, üç, beş, okudukları romanların etkisinde kaldıklarına, o romanların kendilerine sunduğu şartlara veyahut ilişkilere hâhişkâr olduklarına şahit olurlar. İhtiraslar, flörtler, ihanetler, çapraşık gönül ilişkileri, karşılıksız aşklar, melankoliler, intiharlar, cinayetler, polisiye vak’alar, soygunlar, vurgunlar vs... Edebiyatımızda XIX. asrın, hele teliflerden daha ziyade bir yekûn tutan, tercüme romanlarının kozasını bunlar örer. Romanların kozasını... Aynı zamanda genç kızların, delikanlıların hayal, duygu ve hatta düşünce kozalarını...
Romana bu zeminden bakmalı
Dönemin edebiyatında ekseriyeti tercümelerden teşekkül eden iki roman öbeği revaçtadır: “Hissî” romanlar ve “cinâî” romanlar... Bu her iki öbek de gerek tek tek fertlerin dünyalarını, gerekse küllî olarak toplumun yöneliş, ilgi ve meraklarını belirlemekte devrinde epey etkili olmuş olsa gerektir. Sosyal yapıyla kurulacak başka bağlantıları, edebiyat geleneğimize aykırı düşen yahut düşmeyen yönleri, teknik ve teorik özellikleri v.s. gibi hususlar bir kenara, işte halkın dilindeki “Roman okuyacağına ders çalış!” ikazının arka planını bu zeminde aramak; bu cümlenin sıradan bir “Zinhar!” tavrını, sebepsiz bir “İstemezük!” kapanışını yüklenmenin çok ötesinde, âdeta halkın kolektif bilinçaltının kendisini, kendisinden görmediği bir “yabancı”ya ve “yabancılaştırıcı”ya kapatışının ifadesi olarak değerlendirmek bizim için edebiyat tarihimize yeni ve zengin açılımlarla bakmak imkânını sunacaktır.
Kitaba Çağrı Sınavında İnsan, editör: Duran Boz, Kahramanmaraş Valiliği yayını.
DUNYABİZİM