“Bİ YARIM EKMEK KÖFTE YAP, ARASINA “İMAM HATİP RUHU” DA KOY…”
…
Geçenlerde imam hatipten bi arkadaşımın yanına gittim. (Bu arkadaşım yıllarca gıda sektöründe “işveren” olarak çalışmış ve üç-beş sene önce, bi üniversitenin kantinini alıp, işletmeye başlamış biri...) Biraz zamansız gelmiş olmam lazım ki, kantin epeyce kalabalıktı ve oturmaya yer yoktu. Beni alıp “hem çalışalım, hem laflayalım…” diyerek, kasanın arka tarafına geçirdi ve altıma bi sandalye verdi.
…
Dört-beş personel hızlı hızlı hareketlerle, öğrencilerin isteklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Çay bardakları doldu doldu boşaldı. Hamburger, köfte cızırtıları susmak bilmedi. Ekmekler, salatalar hızlı hızlı ulaştı sahiplerine. Ben bu arada dikkatle, bu hengameyi izliyordum. Kardeşim, her yanıma yanaştığında -ancak- bi-kaç cümle kurabiliyorduk karşılıklı. Konuşmalarımız yarım yarım kalıyordu.
…
Bir ara bir kaç genç tezgaha yanaştı ve benim boş boş oturduğumu görünce bana bakarak “Yarım ekmek köfte” dediler. Ben tam bu durumu izah edecekken, bizimkisi tezgahın öte ucundan koşarak geldi ve çocuklara “Tamam arkadaşlar, iki dakikaya köfteler hazır” dedi. Sonra seri bir şekilde arkasını döndü ve ızgaranın üzerinde cızırdayan köfteleri çevirmeye başladı.
…
Önce ekmeklerin içine biraz salata-kıvırcık koydu ve ardından “olmuş köfteleri” ekmeklerin içine yine seri bir şekilde tıkarcasına doldurdu. Ben bu manzara karşısında tam da içimden “Bi yarıma, bu kadar köfte konulur mu” diyecektim ki, garsonlardan bi kız yanına sokulup, biraz kısık bir sesle ve biraz da esprili ve sitemkâr bi tonla “Abi, bu kadar doldurma köfteleri yaa, bak zarar ettireceksin...” dedi. Bizimkisi istifini hiç bozmadan “Doldur kızım doldur, bir şey olmaz, bunlar öğrenci…” dedi! Ben bu sözleri duyunca bir tuhaf olduğumu itiraf etmeliyim!
…
Bu manzara karşısında yüzüme bir tebessüm, yüreğime bir sıcaklık geldi doğrusu. “Bir işletmeci; müşterileri sadece ve sadece öğrencilerden oluşan bir işletmeci, öyle bir ince düşünceye sahip ki, ekmeğin alacağı kadarından fazlasını zorluyor “öğrenciler iyi doysun” diye!
…
Kim bunu nasıl yorumlarsa yorumlasın, -kardeşimi de çok iyi tanıdığımdan- bu olayın benim nezdimde tek açıklaması vardı “Bu bir ‘İmam Hatipli Ruhu” idi! İşte kardeşimin, bir İmam hatipli, bir işletmeci olarak, ticarete bakış açısı net olarak buydu! Bunu anlamak için “Bir İmam Hatipli” olmak gerekirdi. Yoksa tam olarak anlayabilmek, mümkün olmazdı sanırım.
…
İmam hatip ve İmam hatiplilik üzerine çok şeyler yazılabilir ve yazılıyor da. Son bir hatıramı aktarayım ki; biz “İmam hatiplilerin” bakış açısı biraz daha belirgin hâle gelsin inşallah…
…
“Bi-kaç sene önce bir çocukluk arkadaşımla konuşuyorduk. Bana -yarı alay eder bir şekilde- ‘Sen iki de bir; imam hatip/mezunlar/dernek vs.. deyip duruyorsun. Oğlum siz nasıl bir örgütsünüz böyle. Devleti mi ele geçireceksiniz, ne yapıyorsunuz?’ diye sormuştu. Bende ona gülümseyerek ‘Oğlum sen hiç eski okul arkadaşlarınla görüşüyor musun?’ demiştim. O, net bir tonla ‘Hayır’ demişti. ‘Peki, eski okulunu ziyaret edip, vaktiyle bizim oturduğumuz sıralarda oturan gençlerin, öğrencilerin, bir derdi, bir ihtiyacı var mı, diye soruyor musun?’ dediğimde, ona da ‘Hayır’ demişti. Bende bunun üzerine ‘Bak adamım, biz imam hatip sıralarında Necip Fazıl okuduk! O, ‘Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!’ diyordu. İşte biz bundan çok etkilendik! Biz imam hatiplilerin en büyük korkusu bu; yani odun olmak! Yani, gençleri istikbali dertlenmemek! Bizim mezun derneklerimiz bunun için var. Okullarımızın, gençlerimizin, öğrencilerimizin peşindeyiz/derdindeyiz! Bu yüzden bizim mezun derneklerimiz farklı. Sen nasıl düşünürsen düşün, durumun aslı bu demiştim ve bu sözlerim karşısında konu 180 derece dönüp, tekrar Beşiktaş-Sergen muhabbetine bağlanmıştı!
…
Kalın sağlıcakla!
…
Recai Nurcan 19 Aralık 2021 Pazar