Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN Hocaefendi'den unutulmaz bir sohbet

Bizi hadsiz-hesapsız, sayısız nimetlerine mazhar eyleyen, mülkün sahibi, alemlerin Rabbi, Hàlikımız, Râzikımız, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâlar olsun...

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN
17. 12. 1992 – İstanbul
Hazırlayan: Dr. Metin Erkaya
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Bizi hadsiz-hesapsız, sayısız nimetlerine mazhar eyleyen, mülkün sahibi, alemlerin Rabbi, Hàlikımız, Râzikımız, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâlar olsun...
Engin ve sonsuz rahmetinin en güzel nişânesi olarak, bizleri irşad için, hakkı ve doğruyu bizlere öğretmek için gönderdiği, evvellerin ve sonrakilerin efendisi Muhammed Mustafâ’sına sonsuz salât ü selâm, tahiyyât ü ihtirâm olsun...
Rabbimiz bizleri rızâsının yolundan bir göz yumup açacak kadar bile ayırmasın... Habîbinin yolundan başka yollara ayağımızı kaydırmasın...
Bugün Mevlânâ Hünkâr Efendimiz Hazretleri’nin şeb-i arûsunun 719. sene-i devriyesi... Başta Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri’nin rûh-u pâki için olmak üzere, cümle sâdât ü meşâyihimizin, hassâten Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin, cümle evliyâullahın ve sàlihlerin, şu mecliste bulunan siz değerli misafirlerimizin ahirete göçmüş bütün sevdiklerinin ve geçmişlerinin ruhları için bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif hediye edip öyle başlayalım: .....................................
a. Emsalsiz Bir Zirve
Şimdiye kadar, hiç Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri ile ilgili konuşma yapamadım. Onun hakkında konuşmak çok zor. (Men çe gûyem vasf-ı an âlî cenâb) “O âlî cenâbın evsafını ben nasıl anlatayım?” Kelimeler nasıl anlatsın?..
Öyle coşkun bir şahsiyet ki, kelimeler biter. Şiirle anlatılabilir, şiir biter. Nağmelerle anlatılabilir, her şey biter, hamûş olunur, sükûtla anlaşılabilir, tadılabilir bir müstesnâ varlık... Çok orijinal bir şahsiyet, emsâlsiz bir zirve... Lirizmine erişilmeyecek kadar duyguları dolu... Şiirlerini okuduğunuz zaman, vecdden vecde sürüklendiğiniz bir muhteşem şair. Sırf onun için, onun yazdığı dili öğrenmeye değer; Farsça’yı öğrenmek lâzım!
Eserleri bizim için bir eşsiz maarif hazinesi... Tasavvufun incelenip, elenip, son derece gelişmiş olduğu bir devrin, bir zirveler silsilesinin en yüksek şahsiyetlerinden biri... Kendisinden öncekilerin bütün tecrübelerine âşinâ, bütün sözlerine vâkıf, hayatlarını bilen, sözleri gönlünde olan bir büyük allâme, bir büyük àrif...
Onu tanımadan, ecdadımızı tanıyamayız. O ince medeniyeti anlamamız mümkün değil. Osmanlı’yı anlamamız mümkün değil. Dinin zarâfetini, san’atla, edebiyatla çıktığı en yüksek seviyeleri gezmemiz mümkün değil. Hakkında çok yazılar yazılmış, ciltlerle... Ama okudum, okuyorum; onu anlamak için onun bilgisine sahip olmak lâzım! O sözleri neden söylediğini anlamak için, o kültürü hazmetmiş olmak lâzım ki, doğru anlaşılabilsin. Anlayamayanlar, o seviyede olamayanlar, kendi kısa, sathî ve bazen de çirkin bakışlarıyla bakıyorlar. Kendileri gibi sanıyorlar.
Onu iyi tanımak için, İslâm dinini çok iyi hazmetmiş olmak lâzım! Fetva verecek kadar fıkhı bilmek lâzım! Kur’an-ı Kerim’i çok iyi bilmek lâzım! Hadîs-i şeriflerin üstadı olmak lâzım! Tasavvufun allâmesi olmak lâzım! Tasavvuf terminolojisini çok iyi kavramak lâzım!..
Eserlerindeki zevk, tercümelerde aslâ yok... Canlı balığı pişirip yağda kızartmak gibidir tercümeleri... Canlı balığı alacaksınız, derisini yüzeceksiniz, tavada kızartacaksınız; o balık değil ki... Tercüme mütercimin seviyesini gösterir, tercüme edilen şahsın yüksekliğini değil...
Mesnevî tercümeleri, şerhleri var ama, Divân-ı Kebîr’ini nasıl tercüme edeceksiniz?.. O heyecanları nasıl aktaracaksınız bu dile?.. Onun kadar heyecanlı olmak lâzım ki, okuyup emsâlini, nazîresini söylemek mümkün olsun.
Farsça’yı çok iyi bilmek lâzım! Çünkü Mevlânâ çok büyük bir nüktedandır. Muhteşem bir söz sanatkârıdır. Ve edebî sanatları çok çok iyi bilmek lâzım! Hakikati, mecazı, kinâyeyi, telmihi ve diğer bütün sanatları çok iyi bilmek lâzım. Yoksa doğru tercüme yapamaz. Anlayamaz bile, tercüme etmek isteyen...
Eserlerinin bütününü okumak lâzım. Zaten ilmin şartı, bir konuda karar vermek için, bütün malzemeyi toplamaktır. Malzeme tam toplanmazsa, sahih bir ilmî sonuca ulaşılamaz.
Tercüme edenler, izah edenler, kendi meşreplerine göre bazı şeyleri kesiyorlar, söylemiyorlar. Sizlerden bazı şeyleri saklıyorlar. Meselâ, kendisi şarap mübtelâsı; Mevlânâ’nın, “Asıl mucize odur ki, şarabınızı hal (sirke) ede, müşkilinizi hallede.” sözündeki şarap kelimesini kullanmıyor, gocunuyor. Gocunduğu için o sözü kullanmıyor. Yanlış tefsir ediyorlar. Bazen de haram olan sû-i zanna ve iftiraya kadar ayakları kayıyor, niyet iyi olmayınca...
Onun evlâtlarından cennet mekân, rahmetli Âmil Çelebioğlu Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşımdı. İktisat Fakültesi’nden de Nahit Aybek vardı. Belki salondadır. İkisiyle de dostluğumuzun hatırı için, Mevlânâ’nın da tarif edilemeyeceğini gösteren, Nahit Bey’in şiirini müsaadenizle okuyayım. Yeni neslin aruza ne kadar hakim bir şairi olduğu da görülecek:
Nice ta’rîf edeyim şevket-i Mevlânâ’yı; / Bu lisân anlatamaz devlet-i Mevlânâ’yı.
Teşneyim öyle ki, bir lâhzada içmek dilerim, / Mey-i humhâne-i pür-lezzet-i Mevlânâ’yı.
Sûzişimden bütün âteş kesilir bâğ-ı cinân, / Bulamazsam yarın ah sohbet-i Mevlânâ’yı.
Bilirim dergeh-i can-bahşına lâyık değilim, / Neyle teskîn edeyim hasret-i Mevlânâ’yı?
Âteş-i aşka gönül mum gibi yandıkça, duyar;/ Bişnev in ney’le coşan hikmet-i Mevlânâ’yı.
Nasıl idrâk edeyim akl-ı perîşânımla, / Sırr-ı ma’nâ-yı dem-i Hazret-i Mevlânâ’yı?
Dil-i pür cengini sâb eyle bulursun Nâhid, / Belki rûhunda bir an safvet-i Mevlânâ’yı.
Aşk olsun, güzel söylemiş. “Li’llâhi berrü’l-kàil” derler Araplar. Ağzı nurla dolsun, dert görmesin...
b. İsmi
Ben biraz gençleri de düşünerek, bazı bilgiler vereyim:
Mevlânâ, bahis konusu zât-ı muhteremin (KS) lakabıdır, molla demektir. Medrese talebeleri nezâket ve zarâfetlerinden, dinî edeplerinden birbirlerine “Mevlânâ!” demişler. Mevlânâ sözü, kesret-i isti’malden molla olmuştur. Mevlânâ, bizim mevlâmız demek. Mevlâ da kısaca efendi demek olursa, medrese talebesi, birbirine “Efendim!” diye hitap ediyor. Medrese alâmeti bir kelime. Medreseli, ulûm-u şer’iyye öğrenme yolunda olan kimse…
Bu kelimenin çıktığı Arapça kök velâ, karâbet demektir. Mevlâ da, karâbetin olduğu mahal demektir. Yâni, bir kimse bir kimseyle yakın (karîb) ise, o onun mevlâsıdır. Binâen aleyh ezdâddandır demişler; yâni hem efendi mânâsına gelir, hem köle mânâsına gelir. Çünkü azadlı köle ile, azad eden efendi arasında bir yazışma, anlaşma olduğu için, her ikisi de birbirlerinin bir bakımdan, bu cihetten yakını (karîbi) olduğu için, mevlâsıdır.
Bu bakımdan mevlâ kelimesi bir mânâya efendi demektir; bizim de, Rabbimiz için kullandığımız kelimelerden birisidir. Bir bakıma da azadlı köle demektir. Meselâ, Huzeyfe mevlâ Sâlim RA... Bunun çoğulu mevâlî gelir, yâni azadlı, hürriyete sonradan kavuşmuş kimseler demektir.
Onun için, bazıları Mevlânâ’ya kısaca Molla Hünkâr demişlerdir. Hünkâr da Farsça bir kelimedir, hüdâvendigâr kelimesinin kısaltılmışıdır; o da sahip demektir. Kosova’da şehid olan Murâd-ı Evvel’in, I. Murad Hazretleri’nin de lakabı Hüdâvendigâr’dır. Yâni, yüksek şahsiyetlere, sultanlara verilen bir lakap oluyor. Molla Hünkâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir. Hacı Bektâş-ı Veli’ye de Hünkâr denir.
I. Murad-ı Hüdâvendigâr cennet-mekânı anlatırken, hoşuma giden bir hususu nakletmeden geçemeyeceğim:
Amerikalı bir kişi Kur’an-ı Kerim’i inceleyip müslüman olmuş... Sonra Osmanlı’yı incelemiş. Onları son derece takdir etmiş ve sevmiş. Türkiye’ye gelmiş. Arkadaşlarımıza demiş ki: “Bilhassa ilk on padişah, şeksiz şüphesiz evliyâullahtandır.”
Onları ziyarete gitmiş Bursa’ya... Murad-ı Hüdâvendigâr’ın türbesine girdiği zaman Allah diye bir sayha vurup, yarım saat zikretmiş orada, Amerikalı. Benim talebem anlatıyor da bunları, Bursa’da onu görmüş; “Bir ilâhiyatçı olarak, Amerikalının bu halinden kendi halime baktım, utandım.” diyor.
Rûmî, nisbesidir, Anadolulu demektir. Anadolu’ya Diyâr-ı Rûm dedikleri için... Nedense Araplar bir elif eklememişler, “Diyâr-ı Rûm” demişler. “Diyâr-ı Rûma” deselerdi, bizimle hiç bir farkı kalmayacaktı işin... Rûmî, yâni diyâr-ı Rûm’a, yâni Anadolu’ya mensub demektir. Konya’da yerleştiği için kendisine verilmiş bir nisbe... Bunu bilmeyen kimseler, —hele hele bir de şiirlerinde lâtife olsun diye Rumca kelimeler de kullandığı zaman— onu başka bir milletten sanmasınlar diye, böyle bir açıklama yapmak gerekiyor.
Adı Muhammed’dir, babasının adı da Muhammed’dir, dedesinin adı Hüseyin’dir. Horasan’ın Belh şehrinden neş’et edip Konya’ya gelmiştir. Bir alim ailesindendir ki, babası Bahâeddin, Sultanü’l-Ulemâ diye anılır; alimlerin sultanı... Onun için ona, Mevlânâ-yı Büzürg derler. Büzürg, büyük demek. Mevlânâ’nın babası olduğu için, ona Büyük Molla demişler. Kübreviyye tarikatına bağlı. Bizim de Kübrevîlik ile ilgimiz olduğundan, onu da belirtmek istiyorum.
Eski devirlerden muhtelif şahısların şecerelerini incelediğim zaman, gördüm ki, alimin çocuğu alim oluyor, ilim sülâlede devam ediyor.
Gurg-zâde àkıbet gurg şeved. [Kurdun oğlu sonunda kurt olur.] Yâni, aslanın oğlu aslan oluyor, kurdun oğlu kurt oluyor.
Bir alim sülâlesinden ve babası Sultânü’l-Ulemâ lakabını kazanmış bir kimse. Terâcim-i ahvâlini yazan bazı kimseler, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e mensubiyeti ve seyyidliği üzerinde tenkitlerde bulunmuşlar. Verilen şeceredeki şahısların adedi, Mevlânâ Hazretleri’ni Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e bağlamaya yetmediği için... Yâni şu kadar şahıs, bu kadar zaman içinde yaşasa, en aşağı şu kadar yıl yaşasa, şöyle evlense, çocuğu olsa vs. gibi hesaplar...
Tabii bunun böyle hesaplanmayacağı âşikârdır. Çünkü bazen, ara isimleri söylenmeden şecere beyan edilir. Yakın zamanın kaynaklarında söylendiği için, böyle olması mümkün ve muhtemeldir. Ama kendisi söylememiştir, tevazuundan söylemez. Hocamız cennet-mekân da, seyyid olduğunu ancak halvete girmiş ve çıkmak üzere olan kimselere halvet sohbetlerinde söylerdi. Onunla öğünmeyi uygun görmediği için, herkese açmazdı.
Ona yakın kaynaklar, oğlunun zamanındaki kaynaklar, Ebû Bekr-i Sıddîk’a bağlı diyorlar. Bazı tercüme-i hal yazarları alimler bunu baîd görüyor. Ama, seyyidliği ve Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e bağlılığı mümkündür. İmam Şihâbüddîn-i Sühreverdî Hazretleri de, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e bağlıdır. Şu anda bakamadım ama, belki şeceresi tam elde olmayabilir.
c. Tahsili
İlk ilimleri muhakkak ki babasından öğrenmiştir. “Babasının vefatından sonra Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî, kendisiyle dokuz sene kadar meşgul oldu ve tasavvufî bilgileri ona öğretti.” diye yazıyor kaynaklar. Haleb’e ve Şam’a gittiğini ve büyük meşhur şahıslarla konuştuğunu biliyoruz. Daha önceki konuşmacılar işaret ettiler.
Bundan sonra onun, Konya’da tanınmış ve sevilen bir müderris olarak çalışmakta olduğunu görüyoruz. Çevresinde yüzlerce talebesi olmak üzere neşr-i ulûm ve feyz-i bâtını ile zamanını geçiriyordu.
d. Şems-i Tebrîzî ile Tanışması
Şems-i Tebrîzî ile tanışması, hayatında çok büyük bir heyecan meydana getirmiştir.
Mürde men der hasret-i fehm-i dürust / An çi mîgûyem be-kadr-i fehm-i tust
“Doğru düzgün, güzel bir zekâ ve kavrayışın hasretinden öldüm. Öldüm böyle bir anlayış aramaktan ve buna karşı hasret çekmekten. Benim sözlerim benim kâ’bıma göre değildir; ne söylüyorsam, senin anladığın kadardır.” sözü var.
Öyledir, herkes herkesi tam anlayamaz. Anlayamamışlardır. Ama anlaşan iki ruh birbirini anlayan, meseleleri derinlemesine beraberce kavrayan insanlar, birbirlerine çok büyük yakınlık duyarlar.
Heme bâ-cins-i hod koned pervâz / Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz.
“Her kuş bile kendine uygun cins ile beraber uçar. Güvercin güvercinle, şahin şahinle...” Onun için Şems-i Tebrîzî’nin derin anlayışından ve onun sohbetinden, dostluğundan hayatında çok büyük değişmeler-gelişmeler olmuştur.
Şems-i Tebrîzî ile sohbetleri, etraftakilerin bunu kıskanması, Şems-i Tebrizî’nin Şam’a gitmesi, oğlu Sultan Veled’i gönderip, müridlerle onu tekrar Konya’ya çağırması, Şems-i Tebrîzî’nin ondan sonra tekrar kaybolması... Sonra da, ikinci kayboluşundan sonra Şam’da, Suriye’de, “Acaba bulabilir miyim?” diye tekrar tekrar onu araması meşhurdur.
Rivayetler çeşitli... 644 (1246) yılında ikinci defa kaybolan Şems bir daha görülememiş. Bir İranlı araştırmacının sözüne göre, muhtelif yerlerde türbeleri varmış. Ben duymamıştım. Muhtelif yerlerde türbelerinden bahsediliyor, “Bu Şems’in türbesidir.” diye. Öldürüldüğü rivayeti de var. Allàhu a’lem bi’s-savâb. Biz öldürüldüğünü kabul etmek istemiyoruz, onu vârid görmüyoruz.
Vazifesini yaptıktan sonra ayrılmıştır ki, ayrılıkların da insana verdiği hasretten hâsıl olarak heyecan ve faydalar vardır.
Sine hâhem şerha şerha ez-firak / Tâ bî-gûyem şerh-i derd-i iştiyâk.
“Ayrılığı çekmiş insan isterim ki, kavuşmanın, şevk duymanın ne kadar kavurucu bir duygu olduğunu ona anlatabileyim.” Yâni, o hasretlikte çok yetiştirici unsurlar olduğu için, kaybolmuş. Tabii sohbetdaş arıyor, kendisini anlayacak ma’kes arıyor, ders verirken, dervişleri yetiştirirken...
e. Hayatı Tasavvufun İçinde
Bir de diyorlar ki: “Mevlânâ tarikatle, tasavvufla meşgul olmamıştır.”
Araştırıcılara bakıyorum, hayret ediyorum. Başından sonuna hayatı tasavvufun içinde... Kitapları baştan sonra tasavvufla dolu… Yine de tasavvufla ilgili değil diyorlar. Neye dayanıyorlar?
Bir kuyumcu dükkânından içeriye baktığı zaman, Salâhaddîn-i Zerkûb’u görüyor. Ve coşup semaa başlıyor.
Yekî gencî pedîd âmed, der in dükkân-ı zerkûbî; / Zihî sûret, zihî mâni, zihî hùbî, zihî hùbî...
“Şu kuyumcu dükkânında bir hazine göründü, zuhûra geldi, gözüme ilişti. Ne güzel sûreti var, ne güzel sîreti, mânâsı var. Ne güzellik, ne güzellik!..” diyerek, orada coşup semaa başladığı rivayet ediliyor.
Bu zât-ı muhtereme dervişlerini havale ediyor, “Budur sizin terbiye ediciniz, buna bağlanın!” diye. 657 (1254) senesinde, o zât-ı muhteremin vefatına kadar, dervişler onun tarafından terbiye ediliyor.
“—Fâtiha’yı bile doğru okuyamayan kuyumcu çırağına niye bu vazifeyi havale ettin?” demişler, şaşırmışlar.
Amma bu manevî terbiye işi, manevî kemâlât işi, kitapla, rütbeyle, diplomayla değil... Orasını düşünmüyorlar.
Bu zât-ı muhterem vefat ettiği zaman, semalarla, Mevlevîlerin baş tâcı ettikleri usüllerle cenazesi kaldırılmış, öyle gömülmüş. İngilizce’den tercüme edilmiş bir kitapta okudum. Kitabı okuyordum ilkönce: “Kendisinin vasiyeti üzerine yakıldı.” diyor.
Hopladım... Yakılır mı?.. Bizde yakılma asla yok! Sonradan anladım, aklıma geldi. İngilizce’de, “buried” kelimesi var. Gömüldü kelimesini, yakıldı mânâsına sanmış.
Kendi arzusuyla semâ edilerek, musikî eşliğinde cenazesi götürülsün diye vasiyet etmiş ve öyle yapmışlar. Tercüme nasıl mânâları bozuyor, onun bir misâli... Yakılarak deyince, “Bu Hint âdeti midir, nedir?” diye hopladım önce... Yok öyle bir şey! O tercüme yapanlar onu düzeltsinler. Çünkü, vefatının nasıl olduğunu inceledim.
f. Hüsâmeddin Hasan Çelebi
Sonra babası bir Ahî olan, yâni fütüvvet şeyhi olan Hüsâmeddin Hasan Çelebi’ye... Böyle din kelimesiyle olan kelimeler lakaptır biliyorsunuz. Asıl ismi Hasan’dır. Onu tebcil için, ona bir pâye vermek için, dinî kelimelerle bir unvan verilir. Hüsâmeddin, dinin kılıcı demek. Demek ki Ahilerin seyfî kolundan, cihadla meşgul Ahilerden ki, Hüsâmeddin lakabı verilmiş. Babası veya çevresindeki insanlar, bunun için ona bu lakabı vermişler, bu lakapla telkıb eylemişler. Fütüvvet rüesâsından...
Önemi: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ne diyor ki:
“—İhvânınız Hakim Senâî’nin Hadîkatü’l-Hakîka’sını, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ını, Musîbetnâme’sini okuyorlar. Bu minval üzere bir kitap te’lif etseniz, ihvânınız sizin eserinizi okusa...”
Böyle bir ricada bulununca, Mevlânâ Hazretleri:
“—Ben de zaten böyle bir arzu duymuş ve bir şeyler yazmıştım.” deyip, rivayete göre sarığının kenarından Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini ihtivâ eden kısmını, Hüsâmeddin Çelebi’ye vermiş.
Bişnev ez ney çün hikâyet mî kuned / Ez cüdaîhâ şikâyet mî kuned.
Veya Nahid’in dediği gibi: Bişnev in ney çün hikâyet mî kuned / Veyahut: Bişnev in ney çün şikâyet mî kuned / Ez cüdâî hâ hikâyet mî kuned. (Çeşitli rivayetleri var.)
Ondan sonra da birisi söylüyor, diğeri (kâtibi) onu yazarak, o muazzam Mesnevî’yi, manevî kitabı meydana getiriyorlar. Hüsâmeddin Çelebi sebep oluyor. Kendisi aynı zamanda Ziyâeddîn-i Vezir tekkesinde şeyhliğe de tayin edilmiş Hüsâmeddin Çelebi... Herhalde bu tekke, babası da bir Ahi olduğu için, bir Ahi zâviyesi olmalı.
Ahi, Arapça’daki ah (eh) kelimesinin mütekellim yâ’sına eklenmiş ehî şekli değil, ahi: kardeşim demek değil. Ahî, aka kelimesinin mahallî telâffuzu. Bugün İranlılar, bey manasına aka kelimesini kullanıyorlar. O devirde, o mahalde ahî olarak kullanılmış o, yâni soylu kişiye verilen unvan, yâni fütüvvet erbâbının reisi... Akı veya aka.
Tabii o zaman Anadolu fütüvvet teşkilâtıyla dopdolu. O kadar dolu ki, Ankara bir ara ahiler tarafından idare edilmiş deniliyor. Ahi Mes’ud, bugün Etimesgut dediğimiz... Etileştirmişler. İlle bizden koparıp, daha başka yerlere götürmek istiyorlar. Ahi Mesud’u, Etimesgut yapmışlar. Böyle gutlu, gıtlı bir şeyler yapmışlar, bozmuşlar... Ama Ahi Elvan, Ahi Musa, Yeşil Ahi, Ahi Şerâfeddin vs. Anadolu’yu idare etmiş.
İbn-i Batuta altı-yedi hayvanıyla beraber, kervanı, malları, köleleri ile Denizli’ye geldiği zaman, belinde palası olan ve belki de bıyıkları pala gibi olan bir insan gelmiş, bineğinin yularını tutmuş. Bir şeyler söylüyorlar ama, İbn-i Batuta Arap, bir şey anlamıyor. Dizgini tutan da Arapça anlamıyorlar. Sonra bir başka şahıs gelmiş, o da dizgini öbür tarafından tutmuş. Birbirleriyle münakaşaya başlamışlar. İbn-i Batuta’nın yüreği eriyor:
“—Eyvah! Arkamda develerim var, mallarım var. Bu iki yiğit geldiler. O mu alacak benim mallarımı, bu mu alacak? Galiba onun münakaşasını yapıyorlar.” diye korkuyor.
Meğer, mesele o değilmiş. İlk dizgini tutan şahıs Ahi teşkilâtından bir zât-ı muhterem, bir fetâ, bir yiğit diyormuş ki:
“—Sen Tanrı misafirisin, hoş geldin, safa geldin, buyur bizim zâviyeye gidelim!”
Sonradan gelen şahıs da diyormuş ki:
“—İyi, güzel ama, bu mıntıka bizim mıntıkamız. Bizim mıntıkamızda bizim zâviye varken, bizim mıntıkadaki misafiri alıp da götürüp, öbür zâviyede ağırlamak yakışık alır mı?.. Bu bize hakaret sayılır. Bizde misafir olacak.”
İbn-i Batuta can mal kaygısında, onlar misafiri ağırlamak düşüncesinde. Böyle bir teşkilât Ahi teşkilâtı.
Hüsâmeddin Çelebi de öyle bir kimse. Hüsâmeddin Çelebi için o kadar öğücü sözler söylüyor ki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, onu okumadan geçemeyeceğim. Onun için, “Şeyhler şeyhi” diyor. “Dinin Hüsâmı” diyor, yâni kılıcı. “Kalblerin Emîni” diyor. “Zamanın Cüneyd’i”, “vaktin Beyazıd’ı”, “hakàik güneşi”, “hidayet önderi”, “hakkın ziyâsı”, “urve-i vüska”, “Arş hazinelerinin sahibi”, “zamanın imamı”, “meşâyıhın ulusu”, “Sıddîk oğlu sıddık oğlu sıddık” diyor.
Mesnevî’yi niçin yazdığını açıklarken: “Li’stıt’â seyyidî ve senedî ve mutemedî ve mekâni’r-rûhi min cesedî ve zahirati yevmî ve gadî ve hüve’ş-şeyh kıdvetü’l-àrifîn ve imamü’l-hüdâ ve’l-yakîn, mugîsü’l-vera’, emînü’l-kulûbi ve’n-nühâ...” filân diye devam ediyor.
Yâni, nihayet kendisinin yetiştirdiği bir halife... Fakat, ne güzel hitaplarla hitap ederek, gönlünü tatyîb edip, ne güzel sıfatlarla, hüsn-ü zanla kendi yetiştirdiği kimseye böyle muamele ediyor Mevlânâ Hazretleri...
g. Mevlâna’nın Eserleri
Mevlânâ’nın eserleri maarif hazinesidir. Bu kuru bir öğme sözü değil, sebebini söyleyeceğim.
Bir kere, onun eserlerini çok geniş bir şekilde incelemiş, olan bir İranlı alim Hâdi-i Harîrî, “Mesnevî’nin altı bin beyti Kur’an ayetleriyle ilgilidir.” diyor. Mesnevî’nin kendisi 25-26 bin küsür beyit. “Altı bin beyti Kur’an ayetlerinin doğrudan doğruya Farsça tercümesidir.” diyor. Yâni, onlar toplansa belki bir Mevlânâ meali çıkacak.
Yine, “Mesnevî’sinden Peygamber Efendimiz’le SAS ve hadis-i şerifleriyle ilgili menâkıb toplansa, bugün Avrupalıların hasretle beklediği ve en can alıcı ve çarpıcı noktaları anlatan muhteşem bir siyer kitabı olurdu.” diyor bir batılı alim.
Yâni, “Mesnevî’den ve Dîvan-ı Kebir’den Peygamber Efendimiz SAS ilgili şeyleri toplasanız ve bir kitap haline getirseniz, Avrupalıların aradığı, can attığı, susadığı; Peygamber Efendimiz’i çarpıcı noktalarıyla derinlemesine anlatan, Peygamber Efendimiz’in hayatıyla ilgili şahane bir kitap olurdu.” diyor.
Bir başkası da diyor ki: “Mesnevî, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Farsça ve manzum söylenmiş şekli gibidir.” diyor. (Selçuk [Eraydın] kardeşimin dikkatine arz ederim.)
Yine Tahran Üniversitesi’nde rektörlük yapmış, George Washington Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olan Seyyid Hüseyin Nasr diyor ki:
“—İran Edebiyatı’nda bunun kadar muazzam bir başka eser yok. Şehnâme-yi Firdevsî-i Tûsî’yi, yâni Firdevsî’nin Farsça Şehnâmesi’ni, kahramanlıklarla dolu bir şehnâme olduğu için, küçük cihada dair bir kitap kabul edebilirsek, küçük cihad kitabı dersek Şehnâme-i Firdevsî için; Mesnevî için de gönül terbiyesi, nefis terbiyesi konusunda, yâni büyük cihad konusunda, büyük cihad kitabı diye tarif edebiliriz.” diyor.
“Eserlerinde enbiyâ kıssalarını o kadar güzel toplamış ve anlatmış ki, bir enbiyâlar tarihi çıkabilir eserinden. Ve evliyaullahın hayatıyla ilgili o kadar güzel noktaları yakalayan olaylar naklediyor ki, oradan da mükemmel bir evliyâ menâkıbı kitabı çıkabilir.” diyor.
Bu alimlerin incelemelerinden çıkan bilgileri sunduktan sora, Mesnevî’nin başındaki Arapça mukaddime insana mübalağa gibi gelmiyor. Çünkü Arapça mukaddimede deniliyor ki:
(Hâzâ kitâbü’l-mesnevî) “İşte bu Mesnevî kitabı, (ve hüve usûlü usûli usûli’d-dîn) din asıllarının, asıllarının aslı; (fî keşfi esrâri’l-vüsûli ve’l-yakîn) Allah’a vuslatın sırlarını ve sağlam, şeksiz imanın sırlarını keşfetme konusunda, dinin aslının aslının aslı olan bir kitap...”
Yâni, “Allah’a vuslatı, el-vusûl ila’llah’ı, seyr-i sülûkün müntehâsını sağlamada ve yakîn sahibi olmanın, insanı yakîn sahibi olmaya götürmenin sırlarını açıklamada dinin ana kitabıdır.” diyor.
Bu tariflere göre doğru. 6000 beyti Kur’an ayetleriyle, şu kadarı enbiya kıssasıyla, bu kadarı evliyâ menâkıbı ile ilgili olunca, o kadar da nefis terbiyesiyle, tasavvufla ilgili öbür parçalar olunca...
(Ve hüve fıkhu’llàhi ekber) “Ve bu kitap, fıkh-ı ekberdir, Allah’ın büyük fıkhıdır.” Malûm, Fıkh-ı Ekber, İmam-ı A’zam Hazretleri’nin kitabıdır. Onu da hatırlatacak bir ifade kullanıyor. “Bu da Fıkh-ı Ekber’dir, bu da İmam-ı A’zam’ın kitabı gibidir.” demiş oluyor. Kendisi zaten Hanefîyyü’l-mezheb...
(Ve şer’u’llàhi’l-ezher) “Allah’ın pırıl pırıl olan nurlu şeriatını anlatan kitaptır.” Şeriat dışı değil, şeriatı anlatan...
(Ve burhânu’ll

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Haberleri