Çalışıyorum. Ama masamdaki takvime bakınca, 4 Şubat 2001'i, seni hatırladım.
Tane tane konuşurdun. Amfide, sınıfta, kürsüde hep yavaş yavaş, herkesin anlayacağı bir lisan ile konuşurdun. O anlattığın konuyu ilk defa duyanlar, sanki evvelden bu meselelere âşinaymış gibi rahatlar, can kulağıyla dinlerlerdi. Sen aşkla anlatırdın, biz zevkle dinlerdik.
O dersler bitmeseydi. Bilgiyle birlikte intikal eden edep... Türkçe edep diliydi sana göre. O sebepten Tükçe konuşmak, evvel-emirde bir edep işiydi. Öyle derdin. Huzurunda kelimeleri özenle seçerdik. Çünkü kelimelerin her birinde bir hayat vardı.
Ne tatlı tebessümün vardı. Mütebessim, ama vakarlı... Cıvık insanları sevmezdin. İlmin ağırlığı olmalıydı; ama tevazuyla ve samimiyetle dengelenen bir ağırlık... İşte vakar buydu. Sen yazı tahtasında Osmanlı Türkçesini öğretirken de Edebi metinler okuturken de hep o mütebessim nazarınla gönüllere dokunur, vakarlı, onurlu, özgüven sahibi ilim adamları olmamızı telkin ederdin.
Şimdi, Fakülteden ayrıldığın gün geldi hatirima. Emekli olmuştun... Erken emeklilik. Başka vazifelerin vardı. Başka hizmetlerin. Kitaplarını kolilere korken, teker teker hepsine nazar ediyor, bazı yazmalara dair hikayeler anlatıyordun. Ogün senin alanında çalışmaya karar vermemde bu hikayeler ve verdiğin kitap etkili oldu. Hayata dokunmayı, ilim insanının önünü açmayı, ufuk ve vizyon kazandırmayı, bu toprağın değerlerini, dilimizin, milletimizin asaletini ve daha nice güzellikleri öğrettiğin öğrencilerinden ayrıldığın o gün... O gün, "hocalık en temel vazifedir" fikrini nasıl da nakşetmiştin gönlüme.
Şimdi takvim 4 Şubat'ı gösteriyor. O vakit Van'dayım. Haber aldığımda, uzaklardan, sıladan çok uzakta gönüllü sürgün yurdundan gelen haber... Beklenmeyen o haberi aldığımız gün. Van'dan Ankara üzeri İstanbul'a geldiğimde, bütünüyle hayatı karabasan gibi istila eden 28 Şubat'ın kasvetli haberlerine rağmen Fatih Camii'ni doldurup caddelere ve sokaklara yayılan mü'min dostlarını, kardeşlerini gördüğüm o gün. O gün anlamıştım, "Allah sevdiği kulunu, sevdirir" gerçeğini. Tabutunun arkasından Eyüp'e doğru mahzun, ama asil ve kararlı bir şekilde yürürken gönle neler neler düşmüştü. O vakit, bir dost, sevdiğin, değer verdiğin bir güzel insanın, Ahmet Kabaklı'nın da cemâle yürüdüğü haberini vermişti. Ebedî istirahatgâhına geldiğimiz demde, seni, sevdiklerinle yanyana Süleymaniye'de sırlamamıza mani olan zevat, Eyüp'ün manasını idrak edememişti. "Kahırda lütuf vardır, gamlanma..." dediğin günleri hatırladım. Rahmet indi şehre...
O gün ayrılamadım İstanbul'dan. Sanki, Türk Edebiyatı'nı sabırla yayımlayan, Türkçenin hizmetkarı Ahmet Kabaklı'yı da uğurlamamı istemiştin... Öyle düşmüştü gönlüme. Vazifeyi ifa edip dönerken Van'a, manen yetim kaldığımın idrakiyle hayatın daha da ağırlaştığını hissetmiştim. İmdi rahmet olsun Hocam, rahmet... Alperen ruhlu şehit hocam.
Yazan: Prof. Dr. Bilal Kemikli