Eğitim Uzmanı ve İnsan Hakları Aktivisti Mehmet Alkış, son yazısında Müslümanların; hakları, kimliği, hedefleri, ihtiyaçlarını masaya yatırdı. Keskin kalemiyle yaptığı değerlendirmeler bazı çevreleri rahatsız edecek olsa da, bazı gerçekleri anlamanız için okumanızda fayda var:
Bir yandan “Müslüman” olmak çok şeyi ve çoğunluğu ifade ediyormuş gibi görünürken; diğer yandan büyüklüğü ile mütenasip olmayan içi boş bir kavram ve belirsiz bir kimliğe dönüştürülmüş durumda.
Kavram ve kimliğin bu duruşu ve çoğunluğun sahipleniyormuş gibi yapması, bir yanılsamaya yol açıyor. Gerçek bağlılarının marjinal düzeyde kalmasına, dikkate alınmasına gerek olmayan küçük bir azınlık olarak algılanmasına neden oluyor. Bu durum Müslümanları; hakları, kimliği, hedefleri, ihtiyaçları, kısacası varlığı bir anlam ifade etmeyen, başka kimlikler arasında erimesinde sakınca olmayan bir kesim haline getiriyor. Böylece toplumun taşıyıcı gücü, kolayca ve hissettirilmeden toplum dışı bir konuma itiliyor.
Toplumun ana gövdesini oluşturan bir kesimin görmezden gelinmesi, yok sayılması, hangi nedenle ve gerekçeyle olursa olsun, sorunların daha da büyümesine ve içinden çıkılmaz hale gelmesinden başka bir işe yaramıyor.
Bu çarpık durumun sorumlusu kim veya kimler? Sorumluluğu başkalarına yıkarak kendini rahatlatmaya çalışanların içine düştükleri yanılgıya düşmeden şunu ifade etmek zorundayız: Hiç şüphesiz, bunun birinci derecede sorumlusu bizatihi Müslümanlardır. Elindekinin değerini bilmeyen, meselesine sahip çıkmayan, bunun için fedakarlık yapmayan, bedel ödemeyen, risk almayan, bilgi ve proje üretmeyen, strateji geliştirmeyen, kolaycılıktan ve rahatına düşkünlükten kaçınmayan, adalet ve cesaretten yoksun, özgüven taşımayan bir kesimden daha büyük sorumluluk sahibi kim olabilir? Daha da kötüsü, haklarının ne olduğunu bilmemeleri ve bunlara sahip çıkmanın zihni ve entelektüel öngörüsüne sahip olmamalarıdır. Müslümanlığı söylem düzeyinden ahlak düzeyine çıkarmayıp çıkar aracı haline getirenler, maslahat icabı buna tepki göstermeyenler, gösterenleri karalayıp dışlayanlar ve istismarcılar muhakkak ki birinci derecede suçludurlar.
Öte yandan dış odaklar ve onların içerideki ortakları, Müslümanların bu aymazlığından da yararlanarak düşmanlık ve zulmü olabilecek en üst noktaya vardırdılar. Dünyaya daha çok egemen olmak ve sömürmek için öteki bütün kültürleri, özellikle İslam Kültürünü etkisizleştirmek ve yok etmek için yeni teorik ve pratik araçlar geliştirdiler. Felsefe, bilim ve teknolojiyi sömürü aracı olacak şekilde yeniden ürettiler. Din, kültür ve tarih düşmanlığı yaparak toplumların buna inanmasını sağladılar. Aynı zamanda bu toplumların altını oydular, basacakları, dayanacakları sağlam bir temel bırakmadılar. Boğulmamak için çırpınan ve bir ejderhaya tutunmak zorunda olan insan gibi, bu toplumlara kendilerine tutunmaktan başka yol bırakmadılar. Tutununca da, bir ejderha bir insana ne yaparsa onu yaptılar.
İçerdekiler, dışarıdakiler ve dışarıdakilere paralel düşenler, aynı hedefe farklı yönlerden saldırdılar. İçerdekiler, yani İslam adına İslam’ın gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmeyenler ve istismar edenler; dışarıdakiler, yani dünyayı istila ederek sömürmeye yönelenler; dışarıdakilere paralel düşenler, yani modern medeniyete ulaşalım diye sömürüye ve istilaya alet olanlar, farkında veya değil aynı noktada buluştular. Elimizdeki sonuç, bu üç kesimin pay sahibi olduğu ortak bir mirastır.
Önümüzde duran bu mirasla, resmi ideolojinin dışındaki bütün görüş ve düşünce sahibi kesimler ötekileştirilmiş, hakları ellerinden alınmış, baskı ve dayatmalara maruz kalmışlardır. Şu günlerde bir takım “açılım”larla hakları ellerinden alınmış kimi kesimlerin hakları verilmek üzere yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Ancak Ülke’nin çoğunluğunu oluşturan Müslüman kitlenin elinden alınmış hakları ile ilgili hiçbir çaba ortada gözükmemektedir. En kötüsü ise; bizzat Müslümanların ellerinden alınmış haklarının farkında olmamaları ve bu yönde her hangi bir talebi dillendirmemeleridir. Haklarını başörtüsü ve katsayıya indirgemiş olmaları ve bütünü bunlardan ibaret saymaları ise, gafletin, duyarsızlığın, ilgisizliğin, bilgisizliğin boyutunu göstermesi bakımından son derece ilginçtir.
Müslümanlar farkında olmasalar ve talep etmeseler de, hiç kuşkusuz bir takım hakları vardır ve bunları talep etmek gibi bir sorumlulukları da bulunmaktadır. İnançlarını yaşamak için bu yolda mücadele etmek, sıkıntıları göğüslemek ve sonuç alıncaya kadar çabalamakla yükümlüdürler. Toplumun barış içinde bir arada yaşamasını isteyenlerin de bu hakları tanıması ve görmezden gelmekten vazgeçmesi zorunludur. Bazı odakların Müslümanların verilmemiş, gasbedilmiş hakkı bulunmadığı, Türkiye’de Müslümanların inancını en üst seviyede yaşama imkanına sahip oldukları tarzındaki yanıltıcı yönlendirme de iyice anlamsızlaşmıştır.
Aşağıdaki hususlar konuyu doğru anlamamızı kolaylaştıracak, Müslümanların inançlarından doğan haklarının nasıl budandığını görmeye yardımcı olacaktır:
- Din/İslam, kamu gücünü elinde bulunduranlar tarafından İslami referansların ve Müslümanların kabul etmeyeceği şekilde tanımlanarak bütünlüğünden koparılmış, inanç ve ibadet konularına indirgenmiştir. Sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve benzeri alanlarda Müslümanların Din’in gerektirdiği şekilde davranma hakkı bulunmamaktadır.
- Din’in belirlediği ifade ve inanç özgürlüğünün sınırları ile Devletin belirlediği sınırlar çeliştiğinde Müslümanlar inançlarına göre davranma hakkına sahip değildir.
- Cami ve diğer Dini müesseselere ait işlerin yönetimi, denetimi, personelin istihdamı ile Dini esaslara göre oluşturulan Vakıfların yönetimi, denetimi, geliri ve amaçları devletleştirilmiştir. Bunun için Diyanet işleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi iki kurum oluşturulmuştur. Müslüman topluluğun veya temsilcilerinin inançlarıyla doğrudan ilgili olan bu konularda herhangi bir müdahale hakkı yoktur.
- Öğretimin Birliği (Tevhid-i Tedrisat) uygulaması nedeniyle Müslümanların inançlarına göre eğitim ve öğretim yapma hakkı bulunmamaktadır.
- Tasavvuf ve benzeri Dini ekollerin örgütlenmesi ve kendilerine ait merkezler oluşturması bir hak olarak kabul edilmediği gibi cezai hükümlere tabidir.
-İnancına uygun tercihlerle kişilerin kılık kıyafet seçmeleri ve bunu sosyal ve kamusal alanda kullanmaları bir hak olarak kabul edilmemektedir.
-Müslümanların Din dışı esaslara göre oluşturulan ve Dini hassasiyetleri gözetmeyen mahkemelerde yargılanmaları zorunludur. Mahkemelerde inançlarına göre yargılanma hakkına sahip değildirler.
-Aile, evlenme, boşanma, kadın hakları, mal rejimi, miras, evlat edinme, nafaka, miras, mülkiyet, ipotek, borçlar, ticaret ve cezalar gibi Dinin hükümlerinin bulunduğu alanlarda Müslümanların bunlara uygun davranma hakkı kabul edilmemektedir.
-Ceza Kanunu Müslümanların inançlarına uymayan hükümlere göre düzenlenmiş ve Müslümanların buna uyması zorunlu tutulmuştur. İnancına uymayan bir ceza sistemiyle haklarına sahip çıkması engellenmiştir.
İçinde bir çok detayı barındıran yukarıda sıraladıklarımız ve burada sayılamayan daha pek çok konu bulunmaktadır. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bir kesimin bu denli büyük sorunlarla yaşıyor olması akla ziyan bir durumdur. Adalet ve sorumluluk duygusu taşıyan hiç kimsenin buna razı olması düşünülemez. Öteki kesimlerin sorunlarının çözülmesi elbette çok önemlidir. Ancak eş zamanlı olarak ana gövdeyi oluşturan Müslümanların sorunları çözülmeden toplumsal dengelerin yerine oturması ve sosyal barışın sağlanması mümkün değildir. Email: mehalkis@gmail.com