Mülteciler neden hedefte?

DEAŞ gibi örgütlerin dini kullanarak Suriye veya Irak’ta yaptığını, milliyetçiliği kullanarak Türkiye’de yapıyorlar. Onların bu şekilde sıkıştırması, içte de sağlıklı bir göç politikasının gerektirdiği adımların atılmasını engelliyor

İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, Kayseri ve Antalya'da mültecileri hedef alan saldırıların hangi odaklar tarafından kullanılabileceğini AA Analiz için kaleme aldı.

***

“Neden kurbanlar daima en zayıf ve en zararsız olanlardan seçilir?” Alexander Douglas, insanları günah keçisi haline getirmenin kirli siyasetinin analizine bu soruyla başlar. Cevap aslında sorunun içindedir. Onun ifadeleriyle “ensesi kalınlar” günah keçisi olamayacak kadar güçlüdür. “Ayak takımı” da onlara kızabilir. Ama “sosyal anlamda” günah keçisi, güvenli bir şekilde saldırılabilecek bir kurbandır, misilleme tehlikesi olmaksızın hedef alınabilecek bir kurban.

Dünyanın her yanında, etnik ve dini azınlıklar, yabancılar, göçmenler, mülteciler ve herhangi bir kimlik özelliği yüzünden “bizden” görülmeyenler kolay hedeftir. Siyasi bakımdan ise en alttakiler, risk almadan iktidara tırmanmak için üstüne basılıp ezilebilecek insanlardır. Özellikle demokrasi dalgasının geri çekildiği, ayrımcı ve dışlayıcı dalganın tüm dünyayı sarstığı günümüzde, bu daha fazla böyledir. İki hafta önce bir çocuk öldürüldü. Ahmed Handan El Naif, sadece Suriyeli olduğu için, başka bir şehirde, başka birinin işlediği iddia edilen bir suç yüzünden, Antalya’da hiç tanımadığı kişiler tarafından vahşice katledildi.

Bir çocuğun ırkçı bir cinayete kurban gittiği ve onu kurban edenlerin sessizce kenara çekilip yeniden sırasını beklediği bu ortam hepimize sorumluluk yüklüyor. “Bizde olmaz” dediğimiz bir kötülüğün alenileşmesinin sebeplerini sorgulamamız elbette önemli. Ama ahlaki sorumluluğun ötesinde kurumsal ve hukuki boyutlarıyla başka bir sorumluluğumuz daha var ki hem çocukların hayatını korumak hem de ülkeyi bu kötülüğün vereceği tahribattan kurtarmak için öncelikle onu konuşmamız gerekiyor.

Türkiye’nin yumuşak karnı

Sosyal medyanın Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunun anlaşıldığı yıllardan bu yana, toplumun her kesimini bir diğerine karşı harekete geçirmek isteyenlerin önüne yeterince denetlenemeyen çok geniş bir alan açıldı. Mülteci düşmanlığı da esas olarak oradan yayılıyor, mültecileri hedef alan siyasi odaklar esas olarak sosyal medya üzerinden taraftar topluyor.

Ülke olarak 10 yıldan fazla bir zamandır bir nefret propagandası ve dezenformasyon bombardımanı altındayız. Sadece bu amaçla oluşturulmuş sayısız sahte hesaptan, yapay zeka ve diğer teknik imkanlarla teçhiz edilen ve sürdürülen sistematik bir operasyondan söz ediliyor. Mültecileri savunanların büyük ölçüde sindirilip susturulduğu bir ortamda alan, Türkiye’nin iyiliğini istiyormuş görünen kötülüğe kalmış durumda. Yalanın söylem üstünlüğü var ve Facebook, Twitter gibi mecralarda da ayrımcı ve ırkçı mesajlar bariz bir görünürlük üstünlüğüne sahip.

Bu durumu medyada olumsuz mesajların daha hızlı yayılma özelliğiyle açıklayanlar da var, söz konusu mecraların Türkiye’de ayrımcı paylaşımları bir şekilde daha görünür hale getirmesiyle açıklayanlar da. Tabii bir de “örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunlukları yönetir” kuralıyla, örgütlenmiş kötülüğün hak temelli yaklaşımı sosyal medyadan elbirliğiyle kovmasıyla da açıklanabilir bu durum.

Yaşadığımız nefret dalgasını arkasına alarak Antalya’daki gibi kriminal olayları çıkaranların, siyasi olarak örgütlenip bu hadiseleri tezgahlayan “vatansever” odakların, bunu başka bir devlet veya devletler adına yaptıkları da dile getiriliyor. Bu yaklaşıma göre başka bir devlet, Türkiye’de mülteci düşmanlığı üzerinden “vatan, millet” gibi kavramlarla gerçek niyetini kamufle eden uzantıları aracılığıyla ülkedeki sosyal barışa saldırıyor ve Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkileyecek ve onun manevra alanını daraltacak şekilde etki yapıyor. DEAŞ gibi örgütlerin dini kullanarak Suriye veya Irak’ta yaptığını, onlar da milliyetçiliği kullanarak Türkiye’de yapıyor. Onların bu şekilde sıkıştırması, içte de sağlıklı bir göç politikasının gerektirdiği adımların atılmasını engelliyor.

Meselenin devletler ve istihbarat örgütleriyle ilgili boyutuna dair tartışmalar bu analizin konusu dışında kalıyor. Ancak günümüz dünyasında, demokratik hukuk devleti olarak görünen devletlerin kirli faaliyetlerine ilişkin basit bir hafıza tazelemesi, bu açıklamaları ciddiye alma gereğine işaret ediyor. Günün sonunda yaşadıklarımız ister başka bir devletin Türkiye’deki faaliyeti olsun ister olmasın, alınması gereken öncelikli önlemlerin ve atılması gereken temel adımların aynı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Karanlık odaklarla mücadele mecburiyeti

Türkiye’nin uzak ve yakın tarihini bilenler ve olayları yakından takip edenler, Altındağ’dan Kayseri’ye yaşananların “kendiliğinden gelişen olay” veya “halkın anlık tepkisi” olarak açıklanamayacağını bilirler. Nitekim Kayseri’de gerçekleşen tutuklamalar da olayın örgütlü siyasi arka planına dair genel gözlemlerle örtüşüyor. Sonrasında yaşananlar da bu kaygıyı pekiştiriyor.

14 yaşında bir çocuk elbette ayaklanma çağrısı da yapabilir, devrim de. Ama o çocuğun paylaşımı Türkiye’deki tüm Suriyelilerin nüfus ve adres bilgilerini içeriyorsa ve bu içerik bir pogromda ev ev herkesin nerede olduğunu bilmek isteyenlerin ihtiyacını karşılıyorsa, bunu bir çocuğun paylaşımından ibaret görmek doğru olmaz. O bilgilerin o çocuğa ulaşmasından, onun eliyle paylaşılmasından önce sızdırılmasından başlayarak yaşananları ciddi bir biçimde incelemek gerekiyor.

Yıllardan beri Suriyelileri, mültecileri nefret objesi olarak işleyenlerin, onları potansiyel katillere hedef gösterenlerin, Türkiye’nin stratejik hedefleri açısından paha biçilmez bir önem verdiği uluslararası öğrencileri hedef alanların ülkeye verdiği zarar rakamsallaştırılabilir olanın çok ötesinde görünüyor. Türkiye’nin uluslararası öğrenci politikasına yaptıkları sabotajda büyük ölçüde amaçlarına ulaştılar. Yüksek Öğretim Kurumu'nun (YÖK) verilerine göre her yıl ortalama yüzde 20 artış gösteren uluslararası öğrencilerin yeni kayıt sayısı, bir önceki yıla göre yüzde 6 düştü. Ama sadece onların başarılı sabotajından dolayı olmadı bu, üniversitelerin uluslararası öğrencilerini Geri Gönderme Merkezlerinden (GGM) toplamaya çalıştığına ilişkin görüntüler de “Türkiye’ye gitmeyin” kampanyalarına malzeme verdi.

“Kanser tek bir hücreyle başlar”

Geldiğimiz aşamada hukuku uygulayıp uygulamamakla, mevzuatta var olan ama karanlık siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin alenen çiğnedikleri ayrımcılık yasağını işletip işletmemekle, ülkeyi sanal ortam üzerinden esir alan kötülükle gerçekten mücadele edip etmemekle ilgili bir karar vermek durumundayız. Ama bunu akıl ve bilgelikle, hukuk içinde kalarak yapmak gerekiyor. Bir cerrah titizliğiyle kanserli tüm hücreleri bünyeden söküp atma süreci, meşruluk, iletişim ve ikna boyutlarıyla beraber bütünleşik bir göç politikasının parçası olarak yürütülmeli.

Kayseri örneğinde linç, talan ve cinayet için kriminal profilleri sahaya sürenlerin, gelişmelere bağlı olarak yollarına devam etme derdinde olacaklarını öngörmek güç değil. Eğer hukuk ve adalet tarafından örgütlerini dağıtacak ve hukuki sorumluluklarını gereği gibi sağlayacak bir yaptırımla karşılaşmazlarsa, yarın el artırarak yollarına devam etmenin hesabını yapacaklarından kuşku duymamak gerek.

Alexander Douglas’ın, en zayıfın kolay lokma olduğu için hedef alındığı tespiti doğru. Ama belki de kolay hedef görünen öksüz bir mülteci çocuğun canı, bu kötülüğün şimdiye kadar çarptığı en sert kaya olabilir. Erken teşhis ve uyarı işaretlerini okumak için geç kaldık. Ama Kayseri olayları ve masum bir çocuğun Serik’te çalınan hayatı, bizim için sarsıcı bir uyarı ve dirayetli bir yeniden başlangıç anlamına gelsin.

[Prof. Dr. Bekir Berat Özipek İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesidir.]

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Gündem Haberleri