James Petras
Meryem ve Yusuf için zor zamanlardı. Gayrimenkul balonu patlamış, inşaat işçileri arasında işsizlik yükselmişti. Usta bir marangoz için bile iş bulmanın bir yolu yoktu.
Ama batakhane sahiplerinin, Wall Street vurguncularının katkılarıyla ve ağırlıklı olarak Amerikalı Yahudilerin paralarıyla finanse edilen yerleşim bölgelerinin inşası sürüyordu.
“Çok şükür” diye düşündü Yusuf: “Birkaç koyun ve zeytinimiz var. Meryem de birkaç tavuk besliyor.” Yine de Yusuf endişeliydi: “Bugünlerde Meryem oğlumuzu doğuracak. Peynir ve zeytin, büyümekte olan bir çocuğu beslemek için yeterli değil.” Yanında çalışacak sağlam bir oğul düşlüyordu… Balıklar ve ekmekler çoğaltacaktı.
Yerleşimciler Yusuf’a hor bakıyorlardı. Sinagoga nadiren giderdi. Büyük kutsal günlerde Aşar vergisini vermemek için daima geç kalırdı. Onun basit kulübesi yıl boyunca akan bir dere kaynağının yakınındaydı. Herhangi bir yerleşim bölgesini genişletmek için ideal bir yerdi.
Yusuf kurak tepelerde doğdu ve büyüdü. Çalışmaktan sertleşen yumruklarıyla birçok yerleşimciyi kana buladı ve kendini savundu. Fakat sonunda zeytin ağacının altındaki gerdek yatağına, umutsuzca hırpalanmış bir şekilde oturmak zorunda kaldı.
Meryem, çok daha gençti. Karnındaki bebenin hareketlerini hissediyordu. Doğum zamanı yaklaşıyordu.
“Bir sığınak bulmalıyız, Yusuf, gitmek zorundayız… İntikam zamanı değil” diye yalvardı.
Eski Ahit peygamberlerinin “kısasa kısas” anlayışına inanan Yusuf, isteksizce kabul etti.
Bir eşek arabası almak için koyunlarını, tavuklarını ve diğer eşyalarını Arap komşusuna satmak zorunda kaldı. Yatak, peynir, zeytin, yumurta ve bazı kıyafetlerini yükleyerek Kutsal Şehre doğru yöneldi.
Eşeğin izlediği yol taşlıydı ve çukurlarla doluydu. Meryem her yumruda ağrı çekiyordu; bebeğe zarar verebilecek her çatırtı onu endişelendiriyordu. Ama çok daha kötü bir şey vardı. Bu, her adıma yerleştirilen kontrol noktalarıydı. Filistinliler için zorunlu olan bir yoldu. Bir Yahudi olmasına karşın hiç kimse Yusuf’a bunu söylememişti. Araplar için yasaklanmış olan yol pürüzsüz ve asfaltlı olabilirdi.
Yolun ilk barikatında, beklemekte olan Arapların oluşturduğu uzun bir sıra gördü. Yusuf, yarı Arapça yarı İbranice, hamile eşini işaret ederek Filistinlilere geçebilir miyiz diye sordu. Onlara yol verdiler, karı-koca ilerledi.
Genç bir asker tüfeğini kaldırdı. Meryem ve Yusuf’a arabadan inmelerini emretti. Yusuf arabadan inerek karısının karnını işaret etti. Asker bir kahkaha attı ve arkadaşlarına dönerek: “bu yaşlı Arap, bir düzüne koyun satın aldığı kıza bir davul yerleştirmiş, şimdi de serbest bir şekilde geçmek istiyor” dedi
Öfkeden kızaran Yusuf, boğuk bir sesle İbranice bağırdı: “Ben Yahudi’yim, ama sizden farklı… Hamile kadınlara saygı gösteririm.”
Asker silahı ile Yusuf’u itti ve ona gerilemesini emretti: “Sen Arap’tan daha kötüsün, Arap kızlarla cinsel ilişki kuran yaşlı bir Yahudi’sin.”
Meryem bu karşılıklı atışmadan korkmuştu, eşine doğru döndü ve bağırdı: “Yeter Yusuf, seni öldürecekler, bizim çocuğumuz öksüz kalacak.”
Meryem güç bela arabadan indi. Nöbetçi kulübesinden bir subay geldi ve bir askere seslendi: “Hey Judi, bak elbisesinin altında ne var. Sakın bomba yüklü olmasın.”
Judith, Brooklyn aksanı İbraniceyle havladı, “Ne oluyor? Yoksa sana dokunulmasından hoşlanmıyor musun?” Askerler aralarında tartışırken Meryem destek arayarak Yusuf’a doğru eğildi. Nihayet askerler bir anlaşmaya varmışlardı.
Judith, “Elbiseni yukarı sıyır ve buraya gel” diye emretti. Meryem’in utançtan rengi soldu. Yusuf, umutsuzca silahlara karşı koydu. Askerler güldüler ve doğmamış bir teröristin Arap elleri ve Yahudi beyniyle alay ederek Meryem’in şişkin göğüslerini gösterdiler.
Meryem ve Yusuf, Kudüs’e doğru yollarına devam ettiler. Tüm yol boyunca kontroller nedeniyle sık sık durmak zorunda kaldılar.
Bu duraklamaların her birinde, dindarların ve laiklerin, kadınların ve erkeklerin, Seferad ve Aşkenaz Yahudilerinin, Seçilmiş İnsanların bütün bu askerlerinin, daha fazla hakaret içeren laflarından ve aşağılamalardan acı çekmek zorunda kaldılar.
Nihayet alacakaranlıkta Meryem ve Yusuf Duvara ulaştılar. Geceleyin kapılar kapalıydı. Meryem acı içinde bağırdı: “Yusuf, çocuğun geldiğini hissediyorum. Lütfen, bir şey yap, çabuk!”
Yusuf panikledi. Yakınlardaki küçük bir kasabanın ışıklarını gördü ve Meryem’i arabada bırakarak en yakın eve koştu. Yumruğuyla kapıya vurdu. Filistinli bir kadın kapıyı hafifçe araladı. Karanlıkta Yunus’un heyecanlı yüzüne baktı. “Kimsin sen? Ne istiyorsun?”
“Ben Yusuf, El Halil tepelerinden bir marangoz. Karım doğurmak üzere, bebeği ve Meryem’i korumak için bir sığınağa ihtiyacım var.” Yusuf, arabada kalan Meryem’i işaret ederek İbranice ve Arapça tuhaf bir dil karışımıyla yalvardı.
Filistinli kadın arabaya doğru yönelirken gülerek “bir Yahudi gibi konuşuyorsun fakat Arap gibi görünüyorsun” dedi.
Meryem’in yüzü acı ve korkudan çarpılmıştı. Artık kasılmaları daha sık ve yoğundu. Kadın Yusuf’tan arabayı tavuklar ve koyunların tutulduğu samanlığa sokmasını istedi. Hemen girdiler, Meryem acıyla bağırdı. Şimdi mahallenin ebesi de Filistinli kadına katıldı. Hızla genç annenin arabadan indirilmesine, saman bir yatağa yatırılmasına yardım etti.
Yusuf huşu içinde seyrederken çocuk doğdu.
Ve sonra kendi alanlarından dönen çobanlar geldi. Doğumun sevinç çığlıklarını duydular ve tüfekleriyle samanlığa koştular. Dost ya da düşman, Yahudi ya da Arap olup olmadıklarını bilmeden, soğuk keçi sütü getirdiler. Samanlığa girdiklerinde genç anne ile bebeği gördüler. Tüfeklerini bir kenara bıraktılar ve Meryem’e süt ikram ettiler. Meryem, onlara Arapça ve İbranice dillerinde teşekkür etti.
Çobanlar şaşkın ve merak içindeydiler: Arap harfleri yazılı bir eşek arabasıyla, barışçı bir biçimde gelen bu fakir Yahudi çift, bu garip insanlar kimlerdi?
Duvarın hemen dışında, Bir Filistin samanlığında, Yahudi bir bebeğin tuhaf doğum haberi her yere yayıldı. Pek çok komşu gelerek Meryem’e, bebeğe ve Yusuf’a baktı.
Bu arada, gece görüş gözlükleriyle donatılmış İsrail askerleri, Filistin bölgesindeki gözetleme kulelerinden haber verdiler: “Araplar, mumlarla aydınlatılmış bir samanlıkta, duvarın hemen dışında toplantı yapmaktalar.”
Gözetleme kulelerinin alt kısmında bulanan kapılar hızla açıldı. Parlak ışıklı çeşitli zırhlı araçları, dişlerine kadar silahlanmış askerler izledi. Dışarı çıktılar. Samanlığın, toplanan köylülerin ve Filistinli kadının evini çevrelediler. Bir hoparlör uludu: “Eller havada dışarı çıkın yoksa ateşe başlayacağız.” Herkes Yusuf ile birlikte samanlıktan çıktı. Yusuf göğe doğru uzanmış elleriyle ilerledi ve “Benim karım, Meryem, sizin emrinizi yerine getiremez. Küçük İsa’yı emziriyor.”
[Rebelion’daki İspanyolcasından Atiye Parılyıldız tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]