MEHMED ZÂHİD KOTKU HAZRETLERİ ANILIYOR

GÖRÜNMEYEN ÜNİVERSİTE MEHMED ZÂHİD KOTKU HAZRETLERİ 42 YIL EVVEL BUGÜN HAKKA YÜRÜMÜŞTÜ

MEHMED ZÂHİD KOTKU HAZRETLERİ (1897 - 13 Kasım 1980)

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
Çok değerli misafirlerimiz! Allah hepinizden razı olsun... Bizi bu önemli günümüzde şerefyâb ettiniz, memnun ve mesrûr eylediniz. Allah da sizi dünyada ahirette saadet ve selâmete erdirsin...
İnsanlar arasında kuvvetli bağlar, ilişkiler oluyor. Bu ilişkilerin kadın ile erkek arasındaki kuvvetli duygular şeklinde olanını, herkes biliyor ve bu kuvvetli meyli, kuvvetli muhabbeti, aşkı tabii karşılıyor. Fakat bunun dışında bunun kadar kuvvetli, bundan daha kuvvetli duygular ve sevgiler de muhakkak var...
Mâlûm-u âlîleri, büyüklerimiz aşkı, aşk-ı hakîkî ve aşk-ı mecâzî diye ikiye ayırmışlar. Hakîkî aşkı, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne karşı duyulan saygı ve sevgi diye tarif etmişler. Çünkü, her güzelliğin mûcidi, hàlikı odur. Her güzelliğin sahibi odur, Esmâü’l-Hüsnâ onundur. Bütün varlığımız onundur, bütün nimetler onundur. Bütün iyilikler ondandır. Bütün sevgiler de ona şayestedir ve onadır. İstesek de istemesek de sevgilerimizin müntehâsı odur.
Ama insanlar, bu hakîkî aşka ulaşamadan yollarda yorulup kalabiliyorlar. Asıl maksada ulaşamadan, küçük sevgilerle oyalanıp yolda kalabiliyorlar.

Tabii, Allah CC sevilince, onun en sevgili kulu olan Muhammed-i Mustafâ’sı da en sevilen insandır, hiç şüphe yok... Mâdem ki, Allah-u Teâlâ Hazretleri o Rasûl-i Emced’i, Nebiyy-i Ekrem’i habîbullah eylemiş, kendisinin habîbi kılmış; elbette öyledir. İnsanların en güzeli, en sevilmeye lâyık olanı odur.
Zâten muasırları, onu gören insanlar da öyle demişlerdir. Sonradan rüyada görenler de öyle hayran olmuşlardır. Hazret-i Ali Efendimiz’in (RA ve kerrama’llàhu vecheh) rivayetinde şu cümle yer alır:(1)

مَنْ رَآهُ بَدِيهَةً هَابَهُ، وَمَنْ خَالَطَهُ مَعْرِفَةً أَحَبَّهُ، يَقُولُ نَاعِتُهُ:

لَمْ أَرَ قَبْلَهُ وَلاَ بَعْدَهُ مِثْلَهُ (ت. ش. هب. عن علي)

(Men raâhü bedîheten hâbehû, ve men hàletehû ma’rifeten ehabbehû, yekùlü nâitühû lem erâ kablehû ve lâ ba’dehû mislehû) “Onu ilk gören, heybetinin muazzamlığı karşısında erirdi Rasûlüllah Efendimiz'in...” Hattâ birçok kimse yüzüne bakamazdı.
Sahabe-i kiramdan öyle kimseler var ki: “Rasûlüllah’a olan saygımdan, icmâlinden yüzüne doya doya bakamadım.” demişlerdir. Herkes bakamazdı o güneşe... Gözler tahammül edemezdi o güneşler güneşine...
(Ve men hàletehû ma’rifeten ehabbehû) “Ama, Rasûlüllah’ın meclisine devam edince, hayatın içindeki çeşitli güzel davranışlarını görünce, sevmemek mümkün olmazdı. Yakından tanıyan kimseler onu muhakkak severdi, aşık olurdu.”
En azılı düşmanları bile sevmişlerdir. Sevgisinin karşısında uzun zaman tahammül etmek mümkün değildir. Onun cemâli karşısında, uzun zaman mukavemet edebilmek mümkün değildir. Bütün mukàvemet duvarları yıkılmıştır ve teslim olmuşlardır. Allah nasib etmişse, sahabesi olmuşlardır.
(Ve yekùlü nâitühû) Onu vasfeden, ancak şu sözü söyleyebilirdi: (Lem era kablehû ve lâ ba’dehû mislehû.)”Ben ondan önce de, ondan sonra da onun gibisini asla görmedim!”

Tabii, bu Allah Rasûlü’ne olan sevgi, Allah’ın Rasûlü’nün varislerine de devam ediyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri bir kulunu sevdi mi, başka insanlara da onu sevdiriyor. Ve Rasûlüllah’a karşı olan o muhabbetten de miras geliyor gàlibâ... O Rasûlüllah’ın hakîkî varislerine, ulemâ-i muhakkıkîn, meşâyih-ı vâsılîn ve mürşidîni kâmilîne...
Bizim Hocamız’a bağlılığımızın da sebebi bu olsa gerektir. Biliyoruz, beşer beşerdir, elbette çizgisi odur. Fakat, insan babasını sevince mâzurdur. Ama, hocası babasından da önce gelir. Çünkü, baba insanı dünya gaileleri karşısında himâye eder, korur, kollar. Ama, hoca insanı cennete götürmeğe çalışır; ahiret musîbetlerinin etrafından def olmasına, onun ebedî saadete ermesine gayret eder.
O halde mürşid-i kâmiller babalardan daha çok seviliyor ve sevilmiştir.
Onun için, Peygamber SAS Efendimiz’in sahabesi Peygamber Efendimiz’e:(2)

فِدَاكَ أَبِي وَ أُمِّي يَا رَسُولَ اللهِ!

(Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûla’llàh!) “Ey Allah’ın Rasûlü, ey Allah’ın bize gönderdiği elçisi, habibi olan Muhammed-i Mustafâ! Annem babam dahi sana fedâ olsun!” demişlerdir.
Çünkü insan bir şeyi, sabit bir şeyle isbat eder.
“—Seni seviyorum...”
“—Ne kadar seviyorsun?”
Anne baba ne kadar sevilir? Çok sevilir. Sebeb-i hayatıdır. Eşi emsâli olmayan, sânîsi, ikincisi olmayan varlıklardır anne ve baba... Çok sevilir. O halde, “Seni o kadar çok seviyorum ki; annem de, babam da sana kurban olsun, fedâ olsun!” deniliyor.

Tasavvufî neş’eyi görmemiş, tatmamış insanlar bu sevgiyi anlayamıyor ve yadırgıyor. Garipsiyor, hattâ ileri geri sözler de söylüyorlar; şirktir, ve sâiredir filân diye... Allah bu güzel duyguya şirk damgasını vurmaya razı olmaz. Bu güzel bir duygudur. Allah-u Teâlâ Hazretleri insanların birbirlerini sevmesini emrediyor, ulemâya hürmet etmeyi emrediyor.
Bu tavırlar çok yanlıştır, çok derin bir anlayışsızlıktır. İnsanın bu sevgiyi anlayabilmesi lâzım! Bir kadına karşı bir aşk anlaşılıyor da, bir hocaya karşı bir talebenin sevgisi anlaşılmaz mı? Mâzur görülmez mi?
(Divâne râ kalem nist) “Divâneye hüküm yoktur.” diye bir ilâhide geçiyor. Mahkemeye çekilip de sorgu sual edilmez. Çünkü mecnundur, ona sorgu sual olmaz. E, aşk konusunda da sorgu sual olmamak gerekiyor.

Hocamız, —içinizde tanıyanlar var, belki tanımayan gençler de var— hakîkaten heybetli bir insandı. Dün hayretle öğrendik, küçüklüğünü tanıyan Yusuf Ziyâ Binatlı Bey’den: Çok çelimsiz, zayıf nahifmiş, acınacak kadar zayıfmış. Hattâ tekkenin aşçısı etin lop kısımlarını ayırıp, pilâvın altına saklayıp, onun önüne sürermiş. Biraz yesin de, bu Bursalı Mehmetçik biraz şişmanlasın diye, ona olan şefkatinden... O kadar zayıfmış yâni...
O da sininin önündeki kısmına kaşığı daldırdığı zaman, kaşığın ucu ete geldi mi, yavaşça tepsiyi çevirirmiş. Et başka arkadaşlarıma gitsin diye îsarda bulunurmuş. Yâni, kardeşlerini kendine tercih ediyor, “Önce kardeşlerim, dostlarım; sonra ben!” diyor.

Çok zayıfmış ama bizim gördüğümüz zamanda çok mehîb idi, çok heybetli idi. Hele minberde, atı üzerindeki bir başkomutan kadar celâlli idi. Öyle olurdu ki, minberde hutbe irad ederken başımızı kaldırıp yüzüne bakamazdık. Korkardık yâni... O kadar heybetli hutbe irad ederdi ki, bize de bir korku gelirdi. Muhatab belki biz değiliz ama, o kadar celâlli konuşurdu.
Sonradan ben öğrendim ki, Efendimiz SAS Hazretleri de hutbede öyle imiş. Meğerse o, Rasûlüllah SAS’ın ahlâkıyla ahlâklanmakmış. Yâni, “O kadar halim selim bir insan, o minberde niye bu kadar arslanlaşıyor?” diye ben hayret ederdim. Hadis-i şerifte Rasûlüllah Efendimiz’in de hutbe okurken öyle olduğunu görünce, meseleye aşinâ olmuş oldum.

Rasûlüllah Efendimiz, hâne-i saâdetlerinde şakacı imiş. Yâni, kaşları çatık değilmiş, latîfeci imiş. Hocamız da hane-i saadetinde latîfeci idi, hepimize karşı... Çocuklarına karşı, hanımına karşı güleç yüzlü idi. Slaytlarda gördüğünüz o muazzam, muhteşem simasıyla mütebessimdi, güleç yüzlüydü. Sevmemek mümkün olmayan bir kimseydi.
Ankara’da biz, Çubuklu bir köylü teyzenin evinde kiracı idik. Hocamız bizi ziyaretleriyle teşrif etmişlerdi. O köylü kadın bize geldi, Anadolu şivesiyle, “Kim bu güzel adam?” diye bana soruyor. “Kayınpederim, hocam!” demiştim ben de...
Anadolu seyahatlerinde bir camide namaz kılıp dışarı çıkarken, bütün cemaat ona yönelirdi. Demir parçalarının mıknatısa doğru yöneldiği gibi... Biz de etrafında olduğumuz için, yanımıza gelirlerdi:
“—Kim bu zât-ı muhterem?” diye sorarlardı.
Yâni görünüşünden, tarafa saçtığı mânevî duygulardan etkilenmemek mümkün değildi. Onu gören, muhakkak çok mühim bir şahsiyet olduğunu derhal anlardı ve hemen severdi. Çünkü hakîkaten çok güzel bir kimseydi, her bakımdan...
Ali Rıza kardeşimiz enteresan bir şey söyledi dün... Belçika’da Rabıtatü’l-Alemi İslâm’ın tesisleri var... Orada Arap kardeşlerimizden birisi konuşma yaparken:
“—Hoca dediğin İskenderpaşa Camii imamı Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri merhum gibi olmalı!” diye onu misal vermiş.
Bilmiyordum ben yâni, Arap kardeşlerimizin de o kadar bileceğini... Enteresan geldi bana...

Onun açtığı bir çığır var, Türkiye’de bir çığırdır hakîkaten... Politikada bir çığırdır, sosyal hayatta bir çığırdır. Çok enteresan şeyler başlatmıştır Hocamız... Türkiye’de ilk defa sanayileşmenin çok mühim, dev eserini, Gümüş Motor’u o kurmuştur. Bir hocaefendi olarak ilk defa çok mühim bir tesis kurma konusunda bizi irşad edip de, o çalışmaları yapması çok enteresan...
Bugün Balkanlar’ın en büyük motor fabrikası olarak üretimini devam ettiren Gümüş Motor fabrikasını kurmuştur, kurdurmuştur, emretmiştir, bizzat bulunmuştur.
Toplantılarda, istişarelerde ben de bulundum. Hattâ, ben biraz yaşça küçük olmama rağmen, herkese sırayla soruluyordu. “Bu fabrikayı Yassıviran tarafında mı kuralım, Çatalca tarafında mı kuralım, Gebze tarafında mı kuralım?” diye herkes yerini konuşurken, sıra bana gelmişti. Ben henüz lise talebesiyim demiştim. “Yok, sıradan herkes sözünü söyleyecek!” diye, bizim de fikrimiz alınmıştı.

Böylece her sahada, her vâdide te’sirleri vardır. Politikaya İslâmî atılımın işaretlerini, cesaretini o vermiştir. Kardeşliği bize o öğretmiştir.
Ben ilâhiyat fakültesi emekli profesörüyüm. Edebiyat fakültesinde okudum. Kardeşlerimizin içinde yine ilâhiyat fakültesi profesörü olanlar var... Orada okumuş, mezun olmuş kimseler var... Bazı şeyler kitaplardan alınamıyor. Ancak üstadlardan çıraklık-ustalık yoluyla öğrenilebiliyor. Ben onun, ilâhî ilimlerde de böyle olduğunu gördüm, yaşadım.
Çünkü ilâhiyat fakültesinde hadisten, tefsirden, fıkıhtan kelâmdan her çeşit kitap bize yağardı. Okurduk, incelerdik. İmtihanlarına girerdik, jürilerde bulunurduk ama; Hocamız’ın bazen bir sözü bizi o kadar şaşırtırdı ki, “Nasıl olmuş da bunu böyle kavrayamamışız?” derdik. Dinde fakîh olmaktan, dinin esrârına âşinâ olmaktan, mânevî bir kaynaktan ulûm-u dîniyyeye vakıf olmaktan doğan, bir üstünlüğü vardı Hocamız cennetmekânın...

Hocamız’ın ayrılığına dayanamıyoruz. “Ona karşı ihvânlık vazifelerimizi nasıl ifade edelim, neler yapalım?” diye düşünüyoruz. İşte Çamlıca’ya biz Mehmed Zâhid Kotku Camisi yapıyor, bizim Naci Bey kardeşlerimiz, evlerinin yanında... Malatya’dan kardeşlerimiz bir Mehmed Zâhid Kotku çeşmesi yapmışlar, çarşının orta yerinde güzel bir şey... Biz de camimizin köşesine bir çeşme yaptırdık.
Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Kur’an kurslarının, dinî tesislerin isimleridir Mehmed Zâhid Kotku Hocamız’ın ismi... Ormanlar, ağaçlandırmalar yapmışızdır, “Mehmed Zâhid Kotku Ormanı” diye...
Sene-i devriyelerinde; Salih Beyler bilirler, sempozyum yaptık bir seferinde... “Hocamız’ı anarken, Hocamız’ın yolunun de ne olduğunu bilsin bilmesi gereken kimseler...” diye Tasavvuf üzerine bir sempozyum yaptık Aya İrini’de... Ve güzel bir kitap çıktı o bildirilerden... Tasavvuf üzerine gayet etkili konuşmalar, bildiriler olmuştu; onları kitap haline getirmiştik.

Geçen sene, “Hocamız’ı anmayı bir hafta boyunca yapalım!” denildi. Hakîkaten çeşitli anma etkinlikleri, faaliyetleri oldu. Bu sene de cuma gününden başlayıp, —cuma, cumartesi, bugün pazar— üç günlük bir program hazırlamıştık. Cuma günü İlksav, İlim Kültür Sanat Vakfımızın Selâmi Mustafa Efendi tekkesinde bir toplantımız oldu.
Eyüb semti bize çok tatlı geliyor. Çok mübarek bir semt... O Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kanatlarının altında, yakınında... Selâmî Mustafa Efendi, Nakşıbendî meşâyihinden... Tesis etmiş olduğu tekke mimârî bakımdan bir şaheser... Osmanlı sivil mimarisinin zor ele geçen örneklerinden güzel bir nümûne...
Orada tasavvuf üzerine Tabakàt-ı Sûfiyye’yi okuduk. Gaziantep’ten gelen kardeşlerimiz, bize ilâhiler sundular. Hatıralar konuşuldu.

Dün binlerce hatim okunmuş, salât-ı tefriciyeler çekilmiş, yetmiş binlik kelime-i tevhidler çekilmiş, İhlâs-ı şerifler okunmuş... Yine binlerce Yâsin-i şerifler okunmuş... Camimizde onun duasını yaptık.
Gördük ki, camimiz ihvanımızı, dostlarımızı istiaba yetmiyor. Camiyi sekiz-dokuz misli büyüttüğümüz halde yetmiyor. Artık, gàlibà önümüzdeki günlerde bir kampanya başlatacağız. İnşâallah şöyle kırk-elli bin kişilik kocaman bir toplantı yeri tesis etmemiz lâzım! Bu gibi vesîlelerle bir araya, bütün dostlarımızla toplanabilmemiz için...

Bugün de buradayız. Ruh-i pâki şâd olsun diye, dostlarımızla bir ziyafetin akabinde bir arada bulunmayı kardeşlerimiz planlamışlar. Allah razı olsun... Yemekler gàliba Asfa kolejimizin ikramı oluyor. Teşekkür ederiz. Hocamız’ın ruhu şad olsun. Sizlere afiyet olsun, feyiz olsun, ibadete tâate vesîle olsun...

Kardeşimiz Hocamız’ın hayatından cümleler okurken, münakaşa edilen bir cümleyi de orada derc etti, okudu: “Rüyalara tasarrufu vardı, gönüllere tasarrufu vardı.” diye bir cümle geçmiştir orada...
“Karşısındakinin, muhatabının gönlünden geçeni bilirdi, rüyalara tasarrufu vardı. Gittiği yere bereket yağardı.” diye bazı cümlelere, kürsülerden haftalarca cevap vermeğe, bunun yanlışlığını söyleme yolunda konuşmalar yapmağa kalkıştılar ama, bunların hepsi bir olmuş olaydan dolayı söylenmiş sözlerdir.
Hocamız şöyle bir kimseydi: Yanına giderdiniz. Siz daha söylemeden, sizin sormak durumunda olduğunuz şeyin cevabını verirdi. Veya, yanında otururken kalbinizden bir şey geçirince, “Öyle şey olmaz!” derdi. Yâhut, camiden çıkarken arkasından yürüyen bir kimse bir şey geçiriyorsa hatırından; dönüp, “Öyle şey olmaz!” veya “Şu şöyledir, bu böyledir.” diye, sanki gönülden geçen, yüksek sesle söylenmiş gibi cevabını verirdi.

Kardeşimizin birisi lokantada sarımsaklı bir şeyler yemiş. Hocamız’ı da ziyaret etmek istiyor. Kapısını çalmış. Salon büyük, sarımsak kokusu rahatsızlık vermesin diye, yanına pek yaklaşmak istemiyormuş.
“—Gel gel, yaklaş; bak sarımsağın faziletleri hakkında ne yazıyor kitap!” demiş.
Ziyaretin sevaplı olması dolayısıyla taltif ediyor onu... Üzülmesine mahal olmasın diye...

Rüyalara da tasarrufu olduğu bir vakıa olarak, anlatanların ifadelerinden bildiğimiz şeyler... Meselâ, bizim Dr. Sedat Bey’e daha lisede iken bir zat üç defa görünmüş, daha lisede iken, Bursa’da iken...
Sonra İstanbul’a gelmiş, Kadırga Yurdu’nda kalıyormuş. “Ben orda kalıyordum. Yurdun mescidinde namaz da kılıyorduk ama, bazı sabahları ve akşamları bizim arkadaşlar kaybolurlardı. Nereye gittiklerini de söylemezlerdi. ‘Yâhu, nereye gidiyorsunuz?’ deyince de saklarlardı.” diyor.
“Nihayet bir gün ben bir arkadaşa sordum:
‘—Bunlar nereye kaçıp gidiyorlar böyle; sabahları, akşamları yurdun mescidinde bunları göremiyoruz, yoklar ortada?’ dedim.
‘—O kadar merak ediyorsan, seni de götüreyim!’ dedi.
Aldı beni, o akşam götürdü.” diyor.
Hocamız Zeyrek Camii’nde değil de Zeyrek Camii’nin yukarısında, Zeyrek Yokuşu’nda olan Ümmügülsüm Camii’nde vazife gördü; oradan İskenderpaşa’ya geçti. İki ayrı yerde vazifesi yok...
O camiye götürmüşler Sedat Bey’i... “Bir de baktım ki, liseden beri rüyama giren şahıs karşımda!” Halbuki Bursa’dan tanımıyor. Şimdi üniversiteye gelmiş. Yıllar önce rüyasına girip de gel diyen bir şahsı, camiye gittiği zaman karşısında Hocamız olarak görmüş.

Bu sabah daha yeni anlattırdım. “Anlatın da öğrenelim!” diye, bu sabah tabiplerin toplantısında tekrar dinledim. Kendisi de sağ Sedat Bey’in...
“Sonra, herkes gitti, ben oturdum kaldım orada... Çağırır da yanına giderim diye beklerken, o kalktı benim yanıma geldi, dizini dizime dayadı, oturdu.“ diyor. “Çok beklettin beni evlât!” demiş. “Sana ders vereceğim.” demiş ve zikir dersini tarif etmiş.
Şimdi bu nedir? Bu olan bir hadise, Sedat Bey buna şahit... Bunun itiraz edilecek bir tarafı yok, keramet... Keramet Kur’an-ı Kerim’de var, hadis-i şerifte var... Sahabe-i kiramın hayatında var, evliyâullahın hayatında var... Bizim şu andaki hayatımızda var... Keramet saklı, gizli, bilinmeyen bir şey değil; bir olgu, bir vakıa, bir hadise olarak mevcut...

Gittiği yere bereket yağması, aynıyla vâkî... Bir keresinde, “Es’ad, sizin Yalı’ya gidelim!” dedi. Bizim Yalı’mız o zaman Çanakkale’nin Edremit sahillerinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer... Yolu yok... Ya atın üstüne bineceksiniz, zeytin ağaçlarının arasından bir saat yolculuk yapacaksınız; ya da Küçükkuyu’dan motora bineceksiniz, yine bir saat yolculuk yapacaksınız, bizim Yalı’ya geleceksiniz. Bizim Yalı’da fırın yok, manav yok, kasap yok, et yok, ekmek yok, süt yok, bir şey yok... Metruk bir yer, bizim köyümüzün Yalı’sı...
Oraya gidelim dedi, beni bir korku aldı: Şimdi Hocamız gelecek, iyi güzel ama, ben Hocamız’a ne ikram edeceğim, ne yedireceğim, ne içireceğim? Çünkü bir yere de gitmek için bir saatlik uzun mesafeye gitmek lâzım!
Fakat emin olun, gittiğimiz andan itibaren ev o kadar bereket doldu ki... Bir odasında Hocamız kalıyordu, bir odasında ailecek biz kalıyorduk, salon boştu. Koca salonda nimetleri koyacak yer kalmadı. Buzdolabı değil, kiler değil, koca salonda koyacak yer kalmadı.
Bu Allah’ın sevgili kullarına verdiği bir vasıf... Peygamber Efendimiz SAS, Medine-i Münevvere’ye hicret ederken yolculukları esnasında, sütü kesilmiş kısır bir keçiyi sağıyorlar da, süt hasıl oluyor. SAS Efendimiz’in hayatında olan şeyler...

Hocamız cennetmekân, kerametleri zahir, makàmı çok yüksek bir zât-ı muhteremdi. Alâeddin Bey burada olsa, rüyada kendisinin kutbü’l-aktâb olduğunu söylediklerini de nakledecekti. Herhalde davetliler arasında yok...
Allah-u Teâlâ hepinizden razı olsun... Büyüklerimizin himmetlerine, teveccühlerine, mânevî yardımlarına, iltifatlarına cümlemizi nail eylesin... O ilâhî ledünnî ilimlerden bizleri de hissemend ü hissedâr ve hisseyâb eylesin... Bizleri de sevdiği kulları zümresine dahil eylesin...
Bizlerde sevmediği ne türlü sıfat ve huy ve hâl ve fiil ve davranış ve yaşam tarzı varsa; biz onun rızasını istiyoruz, bizdeki bu menfilikleri müsbetliğe döndürsün... Bizi yolunda dâim, zikrinde kàim kullarından eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Sevdiklerimizle cennette bizi beraber haşr eylesin, bir arada eylesin... Cemâliyle müşerref eylesin...
Allah hepinizden razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!.

14. 11. 1993 - Asfa / İSTANBUL

NOTLAR:

(1) Tirmizî, Sünen, c.V, s.599, no:3638; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.328, no:31805; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.148, no:1415; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.15; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.412; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.30, no:5699; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.III, s.262; Ebü’ş-Şeyh, Ahlâku’n-Nebiy, C.I, s.90, no:84; Hz. Ali RA’dan.
(2) Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1541, no:3968; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.184, no:2836; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.II, s.686, no:990; Neseî, Sünen, c.V, s.10, no:2440; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.152, no:21389; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.85, no:34386; Tirmizî, Sünen, c.III, s.12, no:617; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.27, no:19597; Ebû Zer RA’dan.
Neseî, Sünen, c.VI, s.185, no:3496; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.335, no:8407; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.VII, s.158, no:12611 ve 12612; Ebû Hüreyre RA’dan.
Neseî, Sünen, c.IV, s.49, no:1932; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.186, no:12961; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.260; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.]
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.421,no:556; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.281; Hz. Ali RA’dan.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Haberleri