Şöyle denmiş: “Yolculuk ancak üç mescide yapılır. Benim şu mescidim, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa. Böylece müminlerin kalpleri ve nefisleri arınmış olur ve yaratan Allah'a temiz, pak bir şekilde yükselir.”
Gelenler yolcular gibiydiler
Mübarek mescidlerin bulunduğu şehirler. Haram beldeler. Mekke, Medine, Kudüs: Gözümüzden sakındığımız. İçindekiler mahfuz ve emin. Orada öldürme yoktur. Oraya can almaya gidilmemiştir. “Ey kılıçtan daha zalim adalet, ey kılıçtan daha zalim merhamet!” Bir rahip böyle diyordu. Rahip cemaatini kaybediyordu. Çünkü silahlı adamlar öldürmeye gelmiyorlardı. Silahlarını kullanmayı düşünmüyorlardı. “Kimsenin canına ve malına dokunulmayacak, kiliseleriniz mesken edilmeyecek, haçınıza dokunulmayacak, kimse dinî inançları için zorlanmayacak” diyorlardı. Gelenler yolcular gibiydiler, “cizyeden başka verginiz olmayacak” dediler.
Hudeybiye’den hemen önceydi. Hendek savaşından yeni çıkılmıştı. Kureyş Hendek’te mağlup olmuştu. Medine’de Mekkelilerin Arabistan’daki itibarının sarsıldığına dair duygular gönülleri sarmıştı.
‘Osman öldü’ şayiası yayıldı
Hacc zamanı geldi. Peygamber (asv) ve arkadaşları hacc farizası için yola düştüler. Hudeybiye’de mola verdiler. Mekkeliler de Hudeybiye’nin dar geçidini kapattılar. İki taraf da bir süre bekledi. Birçok delege, müslümanların ne gaye ile sefere çıktığını sormaya geldi. Sonra birçok tahrikte bulundular. Bunlardan birinde Kureyş 40-50 kişilik bir küçük ordu gönderdi, müslümanlara oklar ve taşlar attılar. Müslümanlar onları esir aldılar, Resul (asv) ise affetti. Müslümanlar şaşkındı. Hacc farizası için yol eylemişlerdi. Tahrik dayanılacak gibi değildi. Yine de Resûl (asv) metanet ve sabırla anlaşma peşinde görünüyordu. Derken Peygamber (asv), Kureyş’in müttefiki Huzaa kabilesinden Hiraş İbn Ümeyye’yi Mekke’ye delege gönderdi. Cevap savaş sebebi gibiydi. İkrime İbn Ebu Cehil, Ümeyye’nin devesinin bacaklarını kesti. Ümeyye ölümden zor kurtuldu. Peygamber müzakere talebini tekrarladı. Müslüman kafilede göğüsleri kabartan bir öfke ve hüzün vardı. Savaşmaktan başka bir yol kalmadığı kanaati büyümüştü. Her şeye karşın Peygamber Osman (ra)’ı elçi seçti, Mekke’ye gönderdi. Fakat Kureyş Osman’ı hapsetti. “Osman öldü” şaiyası yayıldı.
Anlaşmanın şartları ne ağırdı
Büyük bir teessür. Nebi oradaki ağacın altında çöktü. Ölünceye dek harb için biat edildi. Kureyş bu kez vehameti anladı; “anlaşabiliriz” dedi, “Osman sağ ve selamettedir.”
Anlaşma yapıldı. Şartlar ne ağırdı ya Rahman! Hacc ifa edilmeden geri döneceklerdi, Medine’ye iltica edenler geri verilecekti, anlaşma metninde Hz. Muhammed’in peygamber olduğu ibaresine yer verilmeyecekti. Peygamber bunları kabul etti, kendisi de şu maddeyi dikte etti: “Taraflardan biri üçüncü bir tarafla harb ederse, diğer taraf tarafsız olacaktır.”
Sırtı herkese dönük bir Hanzala öfkesinde
Anlaşma mühürlendi. Müslüman kafile, izzetlerinin en yüce olduğu bir zamanda tahrik ve suikaste maruz kaldı. Mültecileri kendi elleriyle düşmana teslim edeceklerdi, hacc etmeden geri dönüyorlardı. Ömer (ra), yolda, infialini artık saklayamadığı bir duygu patlamasında Hz. Peygamber’in (asv) yakasını tuttu. Aziz peygamberi silkeledi: “Biz doğru yolda değil miyiz? Böyle olunca Hakikat, niçin tezlil ve hakarete uğrasın?” Ömer cevval ve cabbar. İçinde taş atan bir çocuk vardı. Sırtı herkese dönük bir Hanzala öfkesiyle konuşuyordu. Sırtı herkese dönük ve önde. Önde ve ölmeye hazır. Ama Peygamber eve dönüyordu.
Ömer öğrendi, Hanzala büyüdü
Galip oldukları halde mağlup muamelesi gördüler. El Muallim onlara öğretmekteydi. Beyan indi: “inna fetahna leke fethen mubin.” İki yıl geçmedi ki, on bin adam Mekke tepelerinde on bin ateş yaktı. Şehir kendi eliyle teslim oldu. Kimsenin burnu dahi kanamadı. Kimsenin malına kasdedilmedi. Hasır üstünde yatan bir nebi Mekke’yi teslim aldı. Ömer öğrendi, Hanzala büyüdü. Merhamet, kılıçtan üstündü.
Miladî 636. İslam orduları adalet dağıtıyor. İslâm orduları Suriye, Irak, Filistin ve Mısır’da. Fethedilen topraklarda halk, fatihleri birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü halk bezmiş, Bizanslı valilerin vergilerinden yılmış. Yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlığın, zulmün sona ermesini bekliyor. Ve nusret gelmiştir. Halk, dilerse gelenlerin dinine giriyor ve onlarla eşit haklara sahip oluyor. Dilerse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka emniyet getiriyor, adalet, insanlık onuru. Şimdi fetihle büyümüş ve çoğalmış bir insan seli Kudüs’ün kapısında bekliyor. Kudüs, ilk kıble. Kudüs, İbrahim’in oğlunu kurban ettiği belde. Kudüs, Efendimiz’in miraç eşiği. Binlerce tevhid bağlısı kapıya gelmiş. “Kudüs’ü istiyoruz Rabbim, adalet ve mermahet ehli biziz. İşgal ehli değiliz; fetih, adalet, merhamet ehliyiz!”
Burayı fethedecek şahsın eşgalinde kimse yok aranızda
Şehrin düşeceğini gören patrik bir şart ileri sürer. Daha önce fethedilen yerlerdeki halka verilen eman üzere teslim olacaklardı. Bu işi müslümanların emiriyle gerçekleştirmek istiyorlardı. Ebu Ubeyde (ra), “Emir benim. Şartları görüşelim.” diyor. Patrik Sophronius hrıstiyan halka eman verildiğini görüyor, ama Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını vermek istemiyor. Sebep olarak da şöyle söylüyor: “Vallahi bizim kitaplarımızda buranın fethedileceği ve burayı fethedecek şahsın tüm eşgali, tüm hareketleri bize bildirildi. Sizin içinizde bu vasıflarda hiç kimse yok. Burası bize Peygamberlerimizin emanetidir, size anahtarları veremeyiz.” Komutanlar çaresiz kalıyorlar. Şehri fethetmişler, lakin Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alamamışlardı. Bu haliyle Kudüs fethedilmiş sayılmazdı.
Bu arada Hz. Ömer (ra) Medine’den yola çıkıyor. İslam devletinin başkanı. Parası yok, malı yok, devesi yok. Hazineden emanet bir deve alıyor, kölesi ile beraber yola düşüyor. Bir fakir ve kölesi, eski zaman hikâyelerindeki gibi yol eyliyor.
Hanzala bir gün yalın ayak yürüyerek Kudüs’e girecek
Ömer. Ömer! Yolda bir müddet deveye biniyor, sonra iniyor kölesi biniyor. Nöbetleşe bir yolculuk devam ediyor. Komutanlar Ömer’in huyunu biliyor ve halifenin bir köle görüntüsünde Kudüs’e gelmemesi için dua ediyor. “Allah’ım Ömer azizler gibi gelsin Kudüs’e” diye niyaz ediliyor. Ürdün ırmağını geçerken deveye binme sırası köleye geliyor. Ömer devenin yularını tutup paçasını sıvayıp ırmağı geçiyor, yalın ayak Kudüs’e geliyor. Binlerce kişilik orduların komutanı, devletin başkanı. Sonra geliyor bir taşın üzerine oturuyor, elbisesinin yırtılan yerlerini yama yapıyor. Bütün bu olayları gören rahipler hemen yanına geliyorlar. “Vallahi”, diyorlar, “kitaplarımızda bize bildirilen zatın bütün özellikleri bu zatta var, ırmağı devenin yularını tutarak geçecek, sonra bir taşın üzerine oturacak, kırk adet yamasını dikecek. Anahtarları vereceğimiz şahıs budur.” Anahtarlar böyle veriliyor.
Hanzala bir gün büyüyecek. Eli taşlı öfkesi dinecek. Tankların önünde, deve yuları elinde, yalınayak yürüyerek… şehre girecek. Kudüs’ü bu garibler fethedecek!