“253 BİN ŞEHİT VERDİĞİMİZ ÇANAKKALE, DERS KİTAPLARIMIZDA HALA BİR BUÇUK SAYFADIR”
“İSTANBUL’UN FETHİNİN SONUÇLARI DOĞRU ALGILANMALI”
Bayburt Üniversitesi’ne konuk olan Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Çelik tarafından "Çanakkale Zaferi ve İstanbul'un Fethi" konulu konferans verildi. Şair Zihni Kültür Merkezi'nde düzenlenen konferansta konuşan Prof. Dr. Çelik, Kurtuluş Savaşı dönemi ile devletin kuruluş süreci ve sonrasında milletçe yaşadığımız zorluklara değindi; özellikle Çanakkale Savaşı ile İstanbul’un Fethi’nin Türk ve Dünya Tarihi açısından önemine dikkat çekti.
Çelik, öncelikle, bir millet için tarihini bilmenin, geçmişinden haberdar olmanın çok önemli olduğunu belirterek, “Varlığını unutan, tarihinden habersiz bir millet de aynı o hafızasını kaybetmiş insan gibidir; varlığının farkında değildir. Okyanustaki bir gemiyi düşünün: Pusulası yok; bir hedefi, gidebileceği bir liman yok; hangi tarafa gideceğini de bilmiyor ve her gün okyanusta dalgalarla boğuşuyor; anlık ve günlük yaşıyor. Hafızalarını kaybeden milletler de böyledirler. Onlar da bu hale düşerler, bu hale gelirler. Biz bu son yüzyılda bir imparatorluk kaybettik. Bir yüzyıl denen zaman, insan ömrü için uzun bir zaman dilimi gibi gelir ama milletlerin hayatında da çok uzun bir zaman değildir. Yani ortalama Türk insanına 75 yıllık ömür biçersek; bir buçuk insan ömrü önce bizim 5 milyon kilometrekarelik bir imparatorluğumuz vardı elimizde. 3-5 sene içerisinde böyle avuçlarımızın içerisinden kaydı gitti. Ve biz o 3-5 yıl içerisinde, daha doğrusu 1911-1923 arası diyelim, 5 milyon da insan kaybettik ve o enkazın üzerine yeni bir devlet kurmaya karar verdik. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduk” dedi.
“SAVAŞ YILLARINDA ÖĞRENCİ MEZUN EDEMEDİK”
Devletin kuruluş sürecinde ve Cumhuriyet döneminde milletçe yaşanan sıkıntılardan ve bocalamalardan bahseden Prof. Dr. Çelik, “Bir travma vardı devleti kuranlarda. Cumhuriyet kadroları ömürlerini savaş meydanlarında geçirmişlerdi ve hiçbirisi sağlıklı bir ruh yapısına sahip değildi. Bir yanda Yemen’de yüz binlerce asker kaybettik. Sarıkamış’ta yüz bin civarında asker kaybettik. Çanakkale’de 250 bin asker kaybettik. Mısır Sina Çöllerinde, Kanal’da, Trablus’ta, Balkanlar’da, şurada burada..Öyle bir hal aldı ki; Çanakkale’ye artık askerimiz yetişmeyince tarladan köylüyü, devlet dairesinden memuru, onlar da yetmeyince liselere giden bebelerimize gözümüzü diktik. 1914-15 eğitim – öğretim yılında Osmanlı coğrafyasında mezun veren lise yoktur. Elimizde olan 4-5 okulun, biri de Erzurum Lisesi’dir, mezuniyet defterlerinde 1914-15 mezuniyet sayfaları boştur. Bir çizgi çekilmiştir ve üzerine bir not düşülmüştür: Harb-ı Umumiye’ye katıldıklarından dolayı mezun olamamışlardır. Sakarya Savaşı’nda da Anadolu’daki liselerden 1921-22 mezuniyet yılında öğrenci mezun edilmemiştir. Ve bu savaş bittiği zaman 13 milyon bir nüfusumuz vardı Anadolu’da . 8 buçuk milyonu kadındı bunların. 4 buçuk milyon erkek nüfusumuz vardı. Bunun 3 buçuk milyonu 15 yaşın altında çocuklardı ve yüzde 80’i yetimdi bu çocukların. Geri kalan 1 milyon erkek nüfusun ise aşağı yukarı tamamına yakını savaş artığıydı. Kiminin bacağı yoktu, kiminin kolu yoktu, kiminin gözü kördü. Ve eğitimsizdiler okur-yazar değillerdi. Tamamen yok olmuştuk, bitmiştik. Yüzyılların getirdiği bir travma vardı. Sanayi Devrimi’ni kaçırmış, algılayamamış bir Osmanlı ve sonunda savaş meydanlarında da yenilmekten kurtulamıyordu” diye konuştu.
Yaşanan zorlukları nüktedan bir anlatımla bezediği örneklerle ve fıkralarla dile getiren Çelik, şöyle devam etti: “1830’lu yıllara kadar bizim tarihimizde bir tek askeri marş yoktur. Mehter dahil.. Çalgısı var, fakat güftesi yoktu. 1830 ile 1920 arasındaki 90 yılda 750 tane askeri marş yazmışız. Niye ? İhtiyaç doğmuş…O topraklarımızı koruyabilmemiz için elimizde bir top var: 300 metreye ancak gülleyi atabiliyor. Karşıdakinin elinde 750 metrelik top var. Baş edemiyoruz. Elimizde 5’li tüfekler var; onların elinde makineli tüfekler var. Nasıl savaşacaksınız? Topladığınız köylü çocuklarına gaz vermekten başka bir şey elinizden gelmiyor. Ayet, hadis okuyup cennetle müjdeleyeceksiniz, marşlar söyletip milli duygularla düşmanın üzerine salacaksınız..Başka çareniz yoktu. Böyle bir travmada yaşamıştık. Bütün o geri kalmışlığımızı siyasal sisteme ve kurumlarımıza yüklemiştik. Onları suçluyorduk hep. Bir gün bu kötü durumdan kurtulmak için iyi durumda olana bakıyorduk: Avrupalıydı o. Onların siyasal sistemlerine, onların kurumlarına bakıyorduk. Hatta giyim ve kuşamlarına bakıyorduk. Yemek yiyişlerine, selamlaşmalarına bakıyorduk. ‘Biz de bunları yaparsak biz de onlar gibi kalkınacağız’! Böyle bir algı oluşmuştu bütün aydınlarımızda. Bu nedenle, bir devlet kurduğumuz zaman bu devletin batılı devletler gibi olmasını hedeflemiştik. Ve eskiyi unutmak istiyorduk.. Çünkü eski; hep acıydı, gözyaşıydı, yoksulluktu, kandı vs.”
“AVRUPALI, ‘ÇOBAN OSMAN’LA BAŞEDEMEDİ”
Anadolu insanının savaşçı, Avrupa’yı yıldıran ve kolayca savuşturulamayan güçlü bir yapısı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Mehmet Çelik, daha sonra şunları anlattı: “Ve biz bu yeni devleti kurarken kafamız zaten çok karışıktı. Avrupalıların bir iddiaları vardı bizimle ilgili: bir Şark Meselesi..Tarihçiler bu konuyu çok konuşur ederler. 1914-15 yılında İngiliz donanmaları Çanakkale önüne geldiklerinde İngiltere Başbakanı, İngiliz Parlamentosu’nda bir konuşma yapıyor ve diyor ki; ‘Şu anda donanmalarımız Çanakkale Boğazı’nın önünde demirlemiş durumdalar. Bizden harekat emri beklemektedirler. Yarın sabah harekat emrini vereceğiz ve 7 - 8 saat sonra Dolmabahçe Sarayı’nda Fransız dostlarımızla Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi şerefine kadeh kaldıracağız.’ Parlamentoda ‘Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesi Şark meselesini bitirecek mi ?’ şeklinde bir soru sorulur ve der ki; ‘640’larda Müslüman Araplar, güneyden Suriye topraklarına girdiler. Kudüs’ü ele geçirdiler. 1071’de Müslüman Türkler, Malazgirt’ten Anadolu topraklarına girdiler. Kutsal İncil’de yer alan 7 mukaddes kilisenin bulunduğu Anadolu topraklarını ele geçirdiler. Hıristiyan Avrupa, İsa Mesih’in incinen ruhaniyetini, İncil’in çiğnenen ruhaniyetini kurtarmak için 11 tane Haçlı Seferi düzenledi. Selçuklu İmparatorluğu’nu yıktık ve bu kutsal toprakları tekrar ele geçirdik. Biz bu barbar tehlikesinden artık ebediyen kurtulduğumuzu düşünürken ‘Çoban Osman’ isminde 300 çadırlık bir aşirete sahip olan ve okur - yazar olmayan bir çoban, 50 sene içerisinde bir aşiretten bir beylik kurdu ve bugün donanmamızın bulunduğu boğazdan sallarla karşıya geçtiler. Bizans’ın Trakya’daki topraklarını ele geçirdiler. Varna’da onları durdurmaya çalıştık, durduramadık. Kosova’da karşılarına çıktık, bizi yendiler. Belgrat’ta onları karşıladık, bizi tepelediler. Niğbolu’da karşılarına çıktık, bizi paramparça ettiler. Mohaç’ta bütün gücümüzü topladık, karşılarına geldik; Süleyman, 2 saat içerisinde bütün Macaristan’ı işgal etti. En son Viyana Kapılarının, Viyana Surlarının önünde yüz binlerce Hıristiyan genci bedenini siper etti ve bu barbar tehlikesini orada durdurduk. 350 senedir onları Avrupa’dan atmaya çalışıyoruz. 450 senede zorla bunu başardık. Yarın da bu imparatorluk tasfiye edilecektir..Fakat bir ikinci Osman’ın çıkmayacağını kim garanti edebilir? Selçuklu’da da böyle düşünmüştük, ama bir Osman çıktı daha büyük bela oldu. Bu sefer bir ikinci Osman çıkarsa Viyana önlerinde değil, Atlas Okyanusu’nun kıyılarında bile tutunamayacağız. O halde bu barbar tehlikesine karşı nasıl bir çözüm bulmamız lazım?’ diye bir soru meclise yöneltiyor ve diyor ki; ‘Bakın! Biz Birleşik Krallık, yani İngiliz İmparatorluğu.. Dünyanın dört bir tarafında sömürgelerimiz var, fakat biz oraları hiçbir zaman vatan edinmedik. Zenginliklerini alıp getiriyoruz buraya. Bizim vatanımız şu adalar topluluğu. Fransız dostlarımızın da dünyanın dört bir tarafında sömürgeleri var. Onlar da oraları vatan edinmediler. Onların da vatanları bu topraklar. Bugün savaş halinde olduğumuz Almanlar da böyle. Fakat Türklerin genetiği farklı. Doğuda Çin Seddi’ne dayandılar. Kuzeyde Hint Boğazı’nı geçerek Amerikalara gittiler. Atilla önderliğinde Hunlar, ta İspanya’ya kadar geldiler. Bunların Babürler kolu Hindistan’a girdi, orada büyük bir imparatorluk kurdu. Selçuk Bey, Ortadoğu’ya geldi ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdu. Onların köleleri Mısır’a gittiler, devleti ele geçirdiler ve ‘Memlükler’ diye koca bir imparatorluk kurdular. Çoban Osman’ın kurduğu devlet de Viyana kapılarına geldi. Türk Milleti’nin ‘cihan hakimiyeti mefkuresi’ denilen kendilerinin ‘ilay-ı kelimetullah’ dedikleri bir anlayışları var. Eğer biz Türlerdeki bu cihan hakimiyeti mefkuresini besleyen damarları kesmezsek bu barbar tehlikesinden ebediyen emin olmamız mümkün değil. Esas yapacağımız şey; Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesi değil, onun ikinci ayağı olan Türk Milleti’nin bu cihan hakimiyeti mefkuresinin onu besleyen damarlarını kesmektir. Ve son yüzyılda takip edilen proje ve politika bu olmuştur. Bu nedenle, yeni bir devlet kurarken kafamız çok karışıktı. Avrupalılar bu şark meselesinden dolayı bize ‘Ortaasya’ya gidin’ diyorlardı. Fakat Anadolu arttık bizim vatanımızdı, bir yere gidemezdik. Bu nedenle de tuttuk yeni bir tarih tezi ortaya attık, Avrupalılara da cevap olsun diye.. Dedik ki; ‘Biz Anadolu’nun kadim halkıyız: Hititler.. Bunlar Türk’tür’ dedik ve ‘Bizim atalarımız Hititlerdir’. Yani o 1071 falan, onlar daha sonraki işlerdir. Tabi Avrupalı Türkologlar bize gülmeye başladılar. Dediler ki; ‘Ortaasya’da Göktürkler’den kalan kitabeleriniz var. Oğuz Kağan bakın böyle böyle diyor. Tanyukuk böyle böyle diyor. Siz ne diyorsunuz?’ Bizimle dalga geçtiler. Bu sefer tezi değiştirmek zorunda kaldık. Tuttuk bir ‘Ortaasya’dan göç’ hikayesi ilan ettik. Bilmem hala okullarda var mı ? Bizim lise ve ilkokul dönemimizde göç haritaları vardı koridorlarda; kırmızı oklarla, böyle dünyanın dört bir tarafına falan yayılmış şeyler vardı ve buna da güzel bir kompozisyon yazmıştık: İşte; Ortaasya’da çok mutluyduk, her taraf yemyeşil, kelebekler uçuşuyor, kuzular meliyor, arılar vızıldıyor, güneş de ışıl ışıl parlıyordu. Gün oldu; bulutlar gelmedi, yağmur yağmadı , kelebekler de uçmadı, kuzular da melemedi, otlar da olmadı ve biz de göç ettik. Hatta Ord. Prof. Zeki Velidi Togan, Türk Tarihçiliğinin 20. yüzyıldaki en büyük ismi, toplantıda sinirleniyor. Türk Tarih Cemiyeti toplantısı, yani Türk Tarih Kurumu bugünkü. ‘Siz nereden çıkarıyorsunuz bunları?’ diyor. ‘Jeoloji diye bir ilim var, Ortaasya’da ne kuruyan bir göl, ne de kuruyan bir nehir var. Siz bunu nereden çıkarıyorsunuz?’ Veli Togan, tepkilerle karşılaşınca ülkeden kaçtı. Böyle bir tarih tezi geliştirmeye başladık ve Avrupalılara da bunu ispat için deliller uydurduk. Mesela; kurduğumuz Cumhuriyetin ilk kurumlarından birine ‘Etibank’ adını verdik, birine ‘Sümerbank’.. Böylece ‘Hititler’den gelme’ tezini gündeme getirdik. Sonra tuttuk bir ‘dil politikası’ geliştirdik. ‘Türkçe; Türk’e has, Türk’e özgü özbeöz Türkçe’. Böyle bir dil projesi geliştirdik. Arapça, Farsça..‘yabancı dillerin etkisinden kurtarılmış bir Türkçe’ hesabı yaptık. Epey de yol aldık. Mecliste kimse zaten konuşamıyor. Birkaç kişi..Onlar da zaten birbirlerini anlayamıyorlar. Hatta İsviçre Kralı, Türkiye’ye geldiğinde Atatürk ona Dolmabahçe’de bir akşam yemeği veriyor. Bir metin veriyorlar eline, yeni Türkçeyle..Onu okuyor orada, diğerleri de dinliyorlar. Kısa bir metin..Kitaplarda var. Bitirdikten sonra yaverine veriyor. ‘Ben ne dedim?’ diyor şimdi. O da bir şey anlamıyor. Bu sefer bu dil politikasından sabah vazgeçiyorlar. Bu sefer kafaları karışık olduğu için aynı bu tarih tezine benzer ‘Güneş Dil Teorisi’ diye bir teori ortaya atıyorlar. ‘Bütün diller Türkçe’den çıkmadır’ diyorlar bu sefer kelime atamayınca. Yani Çince diye bir dil yoktur, Rusça diye bir dil yoktur, İngilizce diye bir dil yoktur. Bunlar hepsi Türkçe’den çıkmış, farklı diller şeklinde gelişmiş olan konuşma biçimleridir. Ben küçükken bazı fıkralar vardı; çocukken anlatırlardı, gülerdik.. Temel ile Dursun, Güney Amerika’ya gitmişler. Uçakları düşmüş. Gökyüzünden başka bir yer de görünmüyor. Nereye gideceklerini bilmiyorlar o balta girmemiş ormanlarda. Sonunda Temel’in aklına şöyle bir şey geliyor. Diyor ki; ‘Şurada bir nehir var, bu nehri takip edersek..E nehir nereye çıkar, denize çıkar; denizde de bir gemi olur, gelir bizi kurtarır.’ Nehri takip etmeye karar veriyorlar. Bir gün, 2 gün, 3 gün yürüyorlar, bir türlü nehir bitmiyor ve kafayı yiyorlar. Artık söylenmeye başlıyorlar; ‘amma uzun, amma uzun, amma uzun’ diye ve Amazon Nehri’nin adının buradan geldiğini söylüyorlar.Yüzlerce örnek var.. Ordünaryus Profesör Nazım Unat..Türk Dil Kurumu’ndan çıkmış 2 ciltlik bir eseri var: ‘Arapça’nın Türk Dili’yle Kuruluşu.’ Ben 82’de asistandım. Diller üzerine bir çalışma yapıyordum. Baktım ki o kitapta bunlar var. Fıkra falan değil, bunlar bilimsel tezlerdi biliyor musunuz? Kafamız bu kadar karışıktı yani kısacası ve eskiye ait ne varsa onları görmek istemiyorduk. Yeni devletin kuruluş felsefesi için dünyada örnek olarak önümüzde Avrupa vardı. Ya ‘nasyonal milliyetçi’, yani ‘faşist ulus - devlet modelleri’ ya da ‘sosyalist, komünist ulus - devlet modelleri’…Bunlara bakacaktık. Bunlardan aklımıza yatan, bizim Türkçe’ye ‘milliyetçi’ olarak tercüme edebileceğimiz.. yani Almanya, İtalya..buraları örnek aldık. Bu yeni devletin tabi teorik, fikri temellerinin olması lazım. Osmanlı, ümmetçi ve İslamcı bir felsefi temel üzerine kurulmuştu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temeller üzerine bina edilmesi zaten düşünülmüyordu. Bu nedenle ‘milliyetçilik’ ana eksen oldu. Türk Milliyetçiliği merkeze alındı. Bir ulus - devlet çıkarmak bu imparatorluk bakiyesinden.. Bunun devlet felsefesini teorik olarak Tekin Alp üzerine aldı. Muhteşem bir isim zaten..Türkçülük akıyor her tarafından. Sosyal yapıyı, toplumsal yapıyı Ziya Gökalp üzerine aldı. Dil yapısını da A. Dilaçar üzerine aldı. Türk dilini bugün bir ‘kabile dili’ haline getirmeyi başaran ve 1980 yılına kadar, 12 Eylül İhtilali’ne kadar Türk Dil Kurumu’nu yöneten ve yazdığı bütün eserlere isim olarak ‘A. Dilaçar’ imzasını koyan Agop Dilaçar.. Yeni devletimizin felsefi temellerini bunlar oluşturmuşlardı. Kafa çok karışıktı ve eskinin hiçbir şeyinin hatırlanmaması gerekiyordu.”
“OSMANLI TARİHİ, ÇOK ZENGİN BİR ARŞİVE SAHİPTİ”
Osmanlı Devleti’nin çok zengin bir arşive sahip olduğuna ve bu zengin arşivin Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı yaşamış devletlerin de tarihlerine temel oluşturduğuna, geçmişlerine ışık tuttuğuna dikkat çeken Çelik, “Osmanlı Devleti; bir hafıza devletiydi, bir arşiv devletiydi. Yeryüzünde büyük milletlerin, büyük devletlerinin hepsinin arşivleri vardır. Tarihçiler, bunları mükemmellik açısından tasnif etmişlerdir ve Osmanlı arşivleri hep birinci sırada yer almıştır. İkinci sırada İngiliz arşivleri, üçüncü sırada da Rus arşivleri gelir. Örneğin, bana derseniz ki; ‘Hocam; 1452 yılı..Fatih Sultan Mehmet, Edirne’de İstanbul’un fethi hazırlıklarını yapıyor. 18 Mayıs günü öğle ne yedi?’ Ben bunun cevabını size veririm. Haremin yemek defterleri var. Açarız; 18 Mayıs 1452. Aşçıbaşı yazmış; 2 kilo kuzu eti, 1 kilo taze fasulye, 1 kilo biber, 1 okka tereyağı şu şu şu..en altına da yazar; bunlar 21 lira tuttu, Padişah 20 lira vermişti, 1 lira borçlu kaldı. 19 Mayıs’a o 1 lirayı aktarır. Yani siz o Topkapı’yı gezerken..mutfakta büyük büyük kazanlar var. Padişah bunlardan yemek yiyordu.. Hayır! Ora bizim devlet dairemizdi. Topkapı Sarayı’nda padişah oturmuyordu. Bizim bütün Bakanlıklarımızdı oralar. Bürokrasimiz orada çalışıyordu. Harem denilen kısım ise..bir tane büyükçe daire demektir. Padişahın evi orasıydı, yemeğini de kendisi orada pişirtirdi. Her gün kendi parasıyla alırdı. Tanzimat’a kadar hanedan ve padişahların devlet bütçesinden özel bütçeleri yoktu. Harcamalarını kendileri yaparlardı. Böyle bir arşivi vardı Osmanlı’nın. Diyelim ki; Bayburt’un yakınında eski bir köy adı: Zargidi. Mesela Zargidi Köyü’nü merak ediyorsunuz. 1642 yılı. Ne var burada? O dönemin tapu tarir defterlerini açarsınız. Vilayet olarak diyelim ki Bayburt’a bağlı. Zargidi karyesini bulursunuz. Orada yazar: 112 hanedir. 13 hane gayrimüslim, şu kadar hane Müslim, bu kadar hane de dul. Sonra aile reislerinin tek tek ismini sayar: Velioğlu Ahmet..21 numroda mukimdir, yani oturuyor. Hasanoğlu Hüseyin..23 numroda ikamet eder. Ahmetoğlu Talha..20 numroda ikamet eder. Peki neyi varmış bu Velioğlu Ahmet’in? Mufassal Defteri’ni alırsınız, açarsınız orayı: 40 dönüm arazi; 23 dönümü sulu, 17 dönümü susuz; 23 dönüm içerisinde 4 dönümü bağ diyor. 362 tevek üzüm, 4 ağaç elma, 3 ağaç armut, 2 ağaç nar. Geliyor eve; 4 inek, 2 öküz, 1 eşek, 1 katır, 3 horoz, 33 tane tavuk..Bunları tek tek yazar. Vergi alıyor ya. Çok sağlam arşivleri..Bir de merak edersiniz; bu Velioğlu Ahmet kimdir? Devletin bir de ‘Tipoloji Defteri’ var. Fotoğraf makinesi yok. Tipoloji defterini açıyorsunuz. Geliyorsunuz Velioğluahmet’e: 1.80 boyunda, bir gözü kör, esmerce, sakalları da seyrek, göbeği var, sol elinin de bir parmağı yok.. İstanbul’daki defterdarın önüne beni götürüyorsunuz ve ‘Budur’ diyorsunuz. Yemiyor defterdar, çünkü önünde fotoğraf gibi tipoloji defteri var. Böyle bir arşiv.. Biz devleti kurarken dedik ki şu binada ne var? ‘Arşiv’ dediler. O depoda ne var: Arşiv.. Bunlar ne işe yarayacak? Bir de bir Harf Devrimi yaptık. Hamamcıları çağırdık ve dedik ki; ‘Gelin götürün, hamamlarda yakın. İnsanlar da gelip banyo yapsınlar, siz de para kazanın.’ Hamamcılar, at arabalarına doldurup doldurup götürüp yakıyorlar. ‘Mişon’ diye bir Yahudi.. O da ayda bir hamama gider, kendisini keseletirmiş. Tanıdığı hamamcı.. Gelip bakıyor ki, kağıt yakıyor. Bir bakıyor; yazılı bunlar. ‘Bunları nereden aldın?’ diyor. ‘Hükümet veriyor, Valilik.’ ‘Nasıl veriyor?’ ‘Bedava veriyor.’ Doğru Valiliğe koşuyor. ‘Efendim’ diyor, böyle böyle.. ‘Mişon Efendi, senin de mi hamamın var?’ diye soruyor Vali. ‘Hayır, yok’ diyor. ‘E ne istiyorsun?’ ‘Hani diyorum ki bedava veriyormuşsunuz.’ ‘Evet?’ ‘Yani bunların okkasına on kuruş versem bana verir misiniz?’ ‘Ne kadar alacaksın?’ diyor. ‘Hepsini.’ ‘Hele otur bir kahve iç Mişon Efendi’ diyor. ‘Üstelik para kazanacağız bundan.’ Sirkeci Garı’nda 40 vagon. Bir vagon, bu salon kadar. Çuvallara doldurulmuş. Kendisi de makinistin yanına oturuyor. İsviçre’ye kağıt fabrikasına götürüp satacak. Gümrükte soruyorlar; ‘Ne kağıdı?’ Arşiv olduğunu anlıyorlar. Trene el koyuyorlar, Mişon’u yakalıyorlar. Doğru Kral Moris’e gidiyorlar. Krala anlatıyorlar: ‘Bizim 400 yıllık tarihimiz var bu arşivlerde, hafızamız var. Biz yarın kendi tarihimizi yazamayacağız’ diyor. Mişon’la pazarlık yapıyorlar ve o 40 vagonu Bulgaristan satın alıyor. Bulgar aydınları, arkasından Macar aydınları, Alman Türkologlar, dış basında veryansın ediyorlar aleyhimizde. Kafamızı önümüze eğdik, depoları kapattık. Daha hamamcılara da vermedik. Türk Milleti adına o Bulgar gümrükçülerine, Kral Moris’e teşekkür etme hakkımız var. Bundan 10 yıl kadar önceydi. Kayseri’de bir sempozyum yapıyorduk. Benle Abdulkadir Yuvalı. Tarih Bölüm Başkanı. Arşivde çalışırken bir Bulgar Türkoloğu bayana rastladık. Kendisini o sempozyuma davet ettik. ‘Ben Kayseri hakkında ne yazabilirim ki? Bizim arşivlere bir bakayım’ dedi. Ve 2 ay sonra geldi sempozyuma; 7 sayfalık bir bildirisi vardı. Bildirinin başlığı şuydu: ‘Bulgaristan – Osmanlı arşivlerinde Kayseri vilayetiyle ilgili belgelerin numaraları’. 7 sayfa ! Küçük küçük numaralar.. 325, 492, 565… 7 sayfa, sadece Kayseri ile ilgili. Ve bugün Osmanlı coğrafyası üzerinde bulunan 40 ülke..Hiçbirisi tarihini yazamıyor. Bu arşivlere bağlı çünkü..” bilgilerini verdi.
“UĞRUNA 253 BİN ŞEHİT VERDİĞİMİZ ÇANAKKALE, HALA BİR BUÇUK SAYFADIR DERS KİTAPLARIMIZDA”
Çanakkale’nin vaktinde hak ettiği değeri göremese de, zaferinin bugün görkemli törenlerle layık olduğu şekilde kutlandığını söyleyen Prof. Dr. Çelik, “Yeni bir devlet kuruyoruz. Büyük savaşlar geçirmişiz: Bir Yemen faciası var, bir Sarıkamış faciası var, bir Çanakkale faciası var. Ders kitaplarımızda bunların hepsini sakladık. Yer almadı. Çanakkale, bir buçuk sayfa yer alıyordu. Çanakkale, bizim imparatorluğumuzun son savaşıydı. Mesela Ege Bölgesi’nden en fazla şehit veren illerin başında ‘Manisa’ geliyor. Yakın olduğu için oraya. Manisa’da 2 bin 863 tane şehit var. 6 bin Şamlı çocuk var orada şehit düşen. Halep’ten 4 bin şehit.. Beyrut’tan 4 bin şehit var. Humus’tan 2 bin 500 şehit var. Bağdat’tan, Basra’dan, Kerkük’ten 4 bin 500’er şehit var. Zaho’dan, Erbil’den, Süleymaniye’den 2’şer bin şehit var. Batum’dan 2 bin şehit var. Kırcaali, Yunanistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Bosna – Hersek’ten binlerce şehit var orada. Ve biz buraların hepsini tamamen temizledik. Birisi oradan geçse hiçbir şey anlamaz, ‘ne var burada’ diye. Şimdi son zamanlarda Çanakkale çok görkemli törenlerle adeta kutlanmaktadır. Çanakkale; 1954 yılına kadar zaten askeri bölgeydi, giriş yasaktı. Çanakkale törenleri sadece Çanakkale’de kutlanırdı. Ogün sabahleyin belediye başkanı , bir vali muavini, birkaç daire müdürü, bir yüzbaşı, emrinde on tane asker..Atatürk Anıtı’na çelenk konulur, İstiklal Marşı söylenir. Günün anlam ve önemine binaen belediye başkanı 2 cümle bir şey söyler. Sonra yüzbaşı askere komut verir; ‘rahat, hazır ol’ Pat! 10 tane tüfek patlar ve biterdi böyle. Balıkesir’de böyle bir şey yapsanız tutuklarlardı sizi. Çanakkale yok. Nasıl gündeme geldi peki Çanakkale Türkiye’de? Anadolu insanı ticaret yapmasını bilmezdi. Türkiye’de ticareti Malatyalılar, Kayserililer, biraz Antepliler falan bilirdi. Bazı Müslümanların gözleri açıldı; ‘Bir şeyi satalım, paraya dönderelim.’ Yani bir kesim, biliyorsunuz senelerdir Türkiye’de Atatürk ticareti, laiklik ticareti, şu ticareti, bu ticareti yapar. Müslümanlar da din, Allah, kitap, peygamber satmaya başladılar. Bir baktık, bir gün dediler ki; ‘Mevlana’ya tur düzenliyoruz. Mevlana’yı ziyarete gidelim.’ ‘Mevlana’ demek; ‘yarım hac’ demekmiş. Bir baktık hop oradan ‘Yunus Emre’ çıktı, oradan ‘Hacı Bektaş’ çıktı, filan yerde filan baba, filan yerde filan yatır derken birileri de Çanakkale’yi gördü. ‘Çanakkale Edebiyatı’ böyle başladı. Ufak ufak turlar gitti ve Çanakkale millete mal oldu. ‘Bu yolla para kazanan insanlara analarının ak sütü gibi helal olsun o paralar’ diyorum. O olmasaydı gündeme gelmeyecekti. Bir de hafızamız açısından geçmişine bakalım Çanakkale’nin. 253 bin şehit gömdük oraya ve sonunda biz temizledik orayı. Devleti kurduk. Biz böyle biz bize marşlarla törenlerle işi yürütürken bir sabah baktık bir heyet geldi, ‘Goodmorning’ dedi bize. İngilizler. Dediler ki, ‘Çanakkale’ye bir şehitlik yapılmasını istiyoruz askerlerimiz için.’ ‘Aman efendim’ dedik, ‘Şaka yapmayın, tarihi karıştırmayalım. Yeni nesillere düşmanlık aşılamayalım. Tarihte kalsın. Biz dostuz. Çağdaş bir dünya..barış içerisinde..’ İngilizler, ‘Bizim orada tarihimiz var’ diyerek ısrar ettiler. Uluslararası antlaşmaların bağlayıcılığıyla bir şehitlik yapılmasını kabul ettik. Aradan birkaç gün geçti, bu sefer başka bir heyet geldi, ‘Bonjur’ dedi. ‘Bonjur’ dedik biz de. Fransızlar da ‘Bizim orada tarihimiz var’ dediler. Bir şehitlik de onlara verdik. Biz başladık kara kara düşünmeye. 3 ay sonra biz düşünürken bir baktık bir gemi geliyor. Kafalarında şapkalar, uzun uzun.. ‘Siz kimsiniz?’ ‘Anzakız biz’ dediler. ‘Anıt yapmaya geldik, şehitlik yapmaya geldik.’ İngilize verdin, Fransıza verdin, Anzaka da vermek zorundasın. Ona da verdik. Bir soru geldi gündeme Ankara’da..Dediler ki; ‘Yarın bu Bayburtlu gençler buraya gezmeye gelseler ve birbirlerine deseler; ‘Bu Fransız, İngiliz şehitliği..Bunlar ne arıyor burada?’ Mecbur kaldık yaptık. Çanakkale…253 bin şehit! Bir anıt yapmamız 30 yılı aldı. Çanakkale’nin en büyük sembollerinden Nusret Gemisi de aynı şekilde..Yıllarca nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Cumhuriyet tarihi şairlerinin hiçbirisi bir tane şiir yazmadı Çanakkale için. Cumhuriyet tarihi romancıları, Anadolu’nun börtü böceğini yazanlar, Çanakkale hakkında bir tane roman yazmadılar. Bir tane hikayesi yoktur, tiyatro oyunu yoktur..Yapmayın..Hala bir buçuk sayfadır ders kitaplarımızda. Yarım sayfası zaten resimle alakalıdır..” şeklinde konuştu.
“İSTANBUL’UN FETHİ, SONUÇLARI AÇISINDAN DOĞRU ALGILANMALI”
İstanbul’un fethini farklı bir açıdan değerlendiren ve konferansı dinleyen üniversiteli gençleri tarihin yanılgıları ve yanlışlıkları konusunda aydınlatarak, Anadolu insanının tarih boyunca taşıdığı ‘insanlık misyonu’nu tekrar yüklenmesi konusunda “Onun götürücüleri sizler olacaksınız, müjdecileri de bizleriz” diyen Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Çelik, son olarak şunları kaydetti: “İstanbul, bizim hafızamızın bambaşka bir yönüdür. İki önemli noktaya değineceğim bu konuda, tarihi doğru algılamak adına. Bilimadamları, dünya tarihi açısından İstanbul’un fethi için şunu yazarlar: ‘Bizans’ta bulunan bilimadamları Avrupa’ya kaçtı, Reform ve Rönesansı onların bilimsel çalışmaları başlattı.’ Burada iki şey amaçlanıyor: Birincisi; Fatih’e bacakarası bir gol atmak. ‘Bu bilimadamları kaçırılır mı?’ diye. İkincisi; ‘Türkler ile Müslümanların zaten bilimle şunla bunla alakaları yok, bunlar gerizekalı adamlardır. Anlamazlar da bu işlerden’ demek istiyorlar. Dünyanın en büyük yalanı budur çocuklar. Ortaçağ Avrupası karanlık bir dünyadır; Ortaçağ İslam Dünyası muhteşem aydınlık bir dünyadır. Bu arada, ayağınız düşerse İstanbul’a, Ayasofya’nın altında hemen bir park var: ‘Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ dediğimiz Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği Gülhane Parkı. Orada bir ‘Türk – İslam Bilim Teknik Müzesi’ açıldı. Ortaçağ’da yaptığımız 850 parçalık teknolojik buluşlar orada sergileniyor. Ortaçağınızı gidin orada görün. Bilim dünyasının en büyük bilim tarihçisi Fuat Sezgin tarafından yaptırılmış. İnsanlık tarihinin en büyük bilim tarihçisidir Sezgin. Onun 20 ciltlik eserinin 18 cildi yayımlandı; Fransızca, Almanca, Arapça yayımlandı, Türkçe yayımlanmadı. Kendisi Türk. Eserin 5 ciltlik bir özeti de fotoğraflarla yayımlandı. Kültür Bakanlığı bastı internette..yanına bir de Osmanlı tarihi veriyorlar 75 liraya. O fotoğraflara bakmanız bile yeterli.. Bizans’a dönersek eğer: 1453 yılında 450 bir Kadıköy konsilinden itibaren “kayzero papizm” denilen siyasal sistem hakim; “tek devlet, tek kanun, tek kilise”. Ülkede mezhep birliğini sağlamak için İmparator Markianos’un başlattığı ve 200 yıl devam eden dönemde en büyük dini katliamlar Doğu Hıristiyanlarına, Süryanilere, Nasturilere, Keldanilere, Kıttilere, Marunilere, Melkitlere karşı işlenmiştir. Yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Öldürüyorlar, öldürüyorlar..20 sene sonra aynı fikirden adamlar yine çıkıyor. Jüstinyanus diyor ki; ‘Bunlar nereden öğreniyorlar bunları?’ Zenon’un aklı karışıyor: ‘Bunlar nereden bu fikirleri öğreniyorlar? Bunların hepsini kestik hocalarını, babalarını..’ Yapılan araştırmalarda Kordova Episkopozu Hosiyoz diyor ki; ‘Kütüphaneler, kütüphaneler..Mektepler..’ Ve Bizans, kendi dünyasındaki bütün kütüphaneleri yok etti. Dünyanın en büyük kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi, Nusaybin Kütüphanesi, Harran Kütüphanesi, Edessa Kütüphanesi, Cündişabur Kütüphanesi, Antakya Kütüphanesi, Atina ve İstanbul. Fatih, İstanbul’u fethettiğinde bir tek ilimadamı ve okul yoktur Bizans’ta. Papazların dini durumu, bizim köy imamlarından daha beter durumdadır. Batılı bilimadamlarına uluslararası sempozyumlarda dedim ki; ‘Siz diyorsunuz ki; buradan gelen bilimadamları Rönesans ve Reformu şöyle ettiler, böyle ettiler. Bir tane adam söyleyin bakalım, falan ilimadamı deyin.’ ‘Gidin, sizinkilere sorun’ dediler. ‘Biz bir yalan söyledik, siz niye inanıyorsunuz?’ Bizimkiler de onlardan aynısını alıp yazmaya başladılar. Aslında Batı dünyasındaki Rönesans ve Reformu tetikleyen ve altyapısını yapan birinci sırada Endülüs İslam Devleti’dir. Sicilya Müslümanları’dır. Haçlı Seferleri’nin sonucunda görüp götürdükleridir. Endülüs olmasaydı Avrupa ne reformu düşünebilirdi ne de rönesansı aklına getirebilirdi. Diğer bir konu da, İstanbul’un fethini biz bir 20-25 yıl öncesine kadar kutlamıyorduk. Neyini kutluyorduk çocuklar, biliyor musunuz? Kurtuluşunu. 1922’de Fransız ve İngilizler’den kurtuluşunu kutluyorduk. Bu da çok enteresan bir şeydir. Ege’de 30 vilayette kurtuluş günleri düzenlenir. O Yunanlı çocuklar, her sabah kalkıp şöyle aynanın karşısına geçip demiyor mu; ‘Yav ben neyim ki 80 senedir bu Türkler benden kurtulduklarına bayram ediyorlar’ diye. Kim bu Yunanlı? Bizim evin yaramaz çocuğu. 400 sene benim vilayetim. Bir valiyle yönettiğim bir eyalet. Diyarbakır, Trabzon, Erzurum, Sivas eyaletleri gibi bir eyalet. Hala İstanbul kadar nüfusu yok. Yarısı kadar, onu da doyuramıyorlar, görüyorsunuz krizleri. Şimdi çocuklar, Kenan Işık bir yarışma yapsa ve bana dese ki; ‘Hocam, gel bir yarışma yapalım.’ Tamam. Geldim, oturdum. Sizden birisini karşıma çıkarsa.. Benim kalkıp o Kenan Işık’ı boğmam lazım. Ben 30 senelik tarih profesörüyüm. Sen gencecik bir çocuğu, ilkokul çocuğunu ne karşıma getirip oturtmuşsun. Bir tane profesörü getir karşıma. Yani kendime düşman seçeceksem düşmanlarım var benim: İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Çin… Bana yakışan olsun! Koca Yusuf’un karşısına mindere 12 yaşında 18 kiloluk cılız bir çocuğu çıkarmışsın sen. Yusuf da onu yenmiş, meydanda deli dana gibi dönüyor; ‘Kazandım kazandım’ diye. Hafızanızı iyi hatırlayın. Bazı illerimizde bırakın kurtuluş gününü, işgal gününü kutluyoruz. Bizim bu kadar kafamız karışıktı. Hala o sakat mantıkla yaklaşıyoruz. Bizim hafızamızın karışıklığı bu Cumhuriyet döneminden geliyor. Bizim önce bu ezberimizi bozmamız lazım. İkincisi; Kars ile Edirne arasına sıkıştırılmış, preslenmiş hafızamızı bundan kurtarmamız lazım. Kültürel hakimiyet safhamızın bütün coğrafyasında kültürel, iktisadi ve siyasi tahkimatlar yapmamız lazım; üç. Bu, tekrar imparatorluk olmak değil, biz artık Türkiye Cumhuriyeti Devletiyiz ve topraklarımız bu. Ama biz mazlum dünyanın vicdanıyız. O İngiliz Başbakan’ın dediği gibi genetiğimiz farklı. Bizim söyleyecek sözlerimiz var. Ulus-devlet konsepti demek, dandik devlet konsepti demektir. Afrika’da bir bardak suya muhtaç o zenci çocuğun ümidi biziz biz. Filistin’de kafasına bomba düşen o küçük çocuğun ümidi biziz. Bağdat’ta namusu kirlenen o genç kızın ümidi biziz. Biz bu misyonla varız. Dünyada insanlık tarihine, medeniyet tarihine ismimiz faziletle geçmiştir. Hafızamızı tazelediğimiz an tekrar biz bu misyona sahip çıkacağız. Onun götürücüleri sizler olacaksınız. Müjdecileri de bizim neslimiz.”
Konferansın sonunda Prof. Dr. Çelik’e, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu tarafından teşekkür plaketi sunuldu.