Abdülhamit Bilici'nin yazısı
Kanlı Mavi Marmara baskınından sonra uluslararası soruşturmayı kabul ederek İsrail bir geri adım daha attı. Soruşturmanın kapsamı ve etkinliğiyle ilgili birçok soru işareti var.
Ama bu kadarı da Türkiye için önemli bir diplomatik başarı. Böylece Türkiye'nin şartlarından geriye özür ve tazminat kaldı. Ama tuhaflığa bakın ki, İsrail'in BM'ye uluslararası soruşturmayı kabul ettiğini bildirdiği gün Savunma Bakanı Barak, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedef aldı. Sağı solu belli olmayan Dışişleri Bakanı Lieberman'ın değil, İsrail siyasetinde en ılımlı çizgiyi temsil eden İşçi Partisi lideri Ehud Barak'ın bunu yapması manidar. Konuşmasının kaydedildiğinden habersiz Barak, şöyle diyor: "Türkiye, dost bir ülke ve stratejik bir müttefik. Fakat son haftalarda İran destekçisi bir adam Türkiye Mossad'ının başına atandı. Onların elinde önemli miktarda sırrımız var. Son iki aydaki izlenimimiz, bu sırları İran'a açabilecekleri şeklinde. Bu da çok rahatsız edici."
Bu durumda, iki ülke ilişkilerinin neden bir türlü normale dönemediği üzerinde durmak lazım. Artan gerilimin, Gazze saldırısı, alçak koltuk skandalı veya Mavi Marmara baskınından kaynaklandığını düşünmek eksik bir tahlil olur. Arka plandaki daha köklü faktörleri göz ardı edersek, ikide bir farklı bir vesileyle patlayan krizlerin kaynağını anlayamayız.
AK Parti'nin 2002'de tek başına iktidar olması, içeride nasıl bazı çevreleri rahatsız etti ve şimdilerde detaylarını öğrendiğimiz onlarca darbe planının hazırlanmasına yol açtı ise bu tablo dışarıda da ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Hiç kuşkunuz olmasın ki, rahatsızlığın en fazla hissedildiği ülkelerden biri de İsrail idi. Üstelik bu değişim dindar insanları etkili konumlara taşırken, karşı cephenin tedbir adına başvurduğu tüm yöntemlerin boş çıkması rahatsızlığı kızgınlığa dönüştürdü. İstihbarat birimlerinde, bu rahatsızlığın eyleme dönüşmüş biçimlerine dair ne gibi belgeler olduğunu bilmiyorum, ama İsrail'den gelen bazı isimlerin AK Parti'ye karşı duydukları rahatsızlığın, içerideki tipik AKP muhaliflerinden hiç geri olmadığına şahit olduğumu söyleyebilirim. AK Parti liderlerinin Ortadoğu'ya yakın ilgisi, Suriye ve İran'la sıcak ilişkiler ve Hamas'la kurulan temaslar, bu antipatinin kaynağı değil, olsa olsa biraz daha güçlenmesine yol açan faktörlerdi.
Zira buradaki temel sorun, Türkiye'de demokrasi kökleştikçe, askerden askere sürdürülen, siyasi ve toplumsal meşruiyeti tartışmalı bir ilişki biçiminin her gün biraz daha ofsaytta kalmasıydı. 28 Şubat sürecinde zirveye çıkan ve post-modern darbenin mimarı Çevik Bir'in imzasını taşıyan ilişkileri, yeni şartlarda sürdürmek imkânsızdı.
Nitekim 2007'de cumhurbaşkanlığının da AK Parti'nin kontrolüne geçmesi ihtimali, aynı çevrelerde büyük rahatsızlığa yol açmıştı. Bu sürece nokta koyan ve AK Parti'nin yüzde 47'lik bir zafer kazandığı 22 Temmuz (2007) seçiminin yol açtığı büyük hayal kırıklığını, ünlü bir Yahudi yazar olan Hillel Halkin'in satırlarında en net biçimde görmek mümkündü. Halkin, The New York Sun'daki köşesinde Atatürk'ün soy ağacıyla ilgili şaşırtıcı görüşlere değindikten sonra, 22 Temmuz'da İslami karşı devrimin zaferini ilan ettiğini, artık hiçbir şeyi gizlemeye gerek kalmadığını yazacaktı. Türkiye'nin demokratikleşmesi, kendi kimliğiyle, tarihiyle ve komşularıyla barışması, İsrail'de etkili isimler tarafından böyle yorumlanıyorsa, ilişkilerin kolay kolay normale dönmesi beklenemezdi. Çünkü bu zihniyete göre, ilişkilerinin normalleşmesi için Türkiye'nin askerî vesayete geri dönmesi dışında çare görünmüyordu.
Halbuki demokratik bir Türkiye ile İsrail arasında da normal ve hatta daha sağlıklı ilişki kurulabilir. Zira içeride, aşırı görüşlere sahip küçük bir grup dışında, Türkiye'nin İsrail'le normal ilişkilerini sürdürmesine itiraz yok. Aksine, Türkiye'nin aynı anda hem İsrail hem de Arap dünyasıyla iyi ilişkilere sahip olması herkes için kazanç olarak görülüyor. Arap siyasetçi ve aydınlar da bu görüşte. Kendisiyle yaptığımız röportajda, Beşşar Esed bunu açıkça söyledi. Geçen hafta konuştuğumuz eski Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora da aynı görüşteydi.
Bu noktada can alıcı soru şu: İsrail, demokratikleşen Türkiye'yi, kayıp ve düşman olarak görmekten kurtulabilecek mi?
Zaman