İslâmiyet hakkında, hıristiyan âlemi içerisinde asırlar boyu çıkartılmış olan art maksatlı yayılmış propagandaların aksine olarak İslâm, bütün peygamberlerin hak olduğunu bildirir ve hepsinin kendi devirlerinde aynı temel itikadı insanlığa tebliğ ettiklerini beyan eder.
İslâm Rabbanîdir ve bütün âlemlere şamildir. Zaman ve unsur itibariyle değişmeyen, gerekli her türlü mutlak esasların başka şeye tâbi olmadan meydana getirdiği bir mecmuadır.
Bu itibarla, İslâm dini insan hayat ve faaliyetlerinin her vechesi ile ilgilidir. Ve insanlığın saadet ve selametini temin eden tek sistemdir.
İnsanı bir bütün olarak ele alır; dünyasıyla ve âhiretiyle, bedeniyle ve ruhuyla, sıhhatiyle ve ahlâkıyla, şahsıyla, cemiyetiyle ve cemiyete müteveccih faaliyetleriyle aynı canlı ölçüler içinde meşgul olur. İnsanoğluna hem dünyada hem âhirette saadeti kazandırmak, onu eşsiz bir intizama, ahenk ve adalete, temizlik ve fazilete ulaştırmak için gereken kaideleri koyar ve bütün insanları bunlara uymaya davet eder.
Bu müstesna vasfı dolayısıyla İslâm, her hayatî konuyla olduğu gibi beşer hayatının bir vakıası olan harp ve sulhla, cemiyetlerin asayiş ve emniyetiyle de ilgilenmiş ve beşerin mutluluğunu sağlayacak prensipleri vazetmiş ve bu sahalar için gereken hükümleri getirmiştir. Bu hükümlerin incelenmesi ve dünyaya duyurulması, çağımızda çok özlenen cihanşümul huzur ve sükûnun sağlanması ve hakkın hakimiyeti için İslâm’ın ne olduğunu bilmek için art maksatlı propagandaların tesirinden sıyrılmak gereklidir. İslâm daha sonra ortaya çıkmış rakip bir din değil, insanlığın başlangıcından ve Hz. Âdem’den beri var olan kıyamete kadar da sürecek tek ve hakiki dinin adıdır. İncil ve Tevrat’ın aslı dahil bütün semavî dinler bizzat Allah tarafından gönderilmiş ve insanlara aynı temel esasları tebliğ etmiştir.
Aralarındaki farklar sadece zamana, mekâna ve beşerin o sıradaki tekâmül seviyesine göre ayarlanmış olan muamelata taalluk eden hükümlerdir. Bu gerçeği Hz. Muhammed (sas.) şu veciz sözleriyle ifade eder:
“Peygamberler babaları bir kardeşler gibidir, anaları ayrı ayrıdır, dinleri birdir.” (O da tevhid dini olan İslâm’dır.)[1]
Hz. Âdem’den beri aynı olan İlâhî esaslar, zamanla saflığını kaydedip içine beşerî müdahaleler ve bid’atler sokuşturulunca, çok önemli olan temel inançlar ve Allah’a samimiyetle teslimiyetten, yalnız ona kulluk etmekten ibaret olan aslî ruh, ana doğrultudan küfür ve şirke saptırılınca Allah, yeni bir peygamber göndererek kullara olan talimatını tazelemiştir.
Mesela Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa böyle bir vazifeyle gönderilmiş peygamberlerdir.
Bu gerçekleri ifade eden pek çok Kur’an âyeti ve hadîs-i şerîf vardır. Mesela:
“Ey müslümanlar! Deyiniz ki: ‘Biz, Allah’a ve bize indirilen Kur’an’a, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ve Hz. Yakup’a indirilen vahiylere, Hz. Musa’ya Hz. İsa’ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Peygamberlerin hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah’a teslimiyetle bağlanmış müslümanlarız.’”[2]
Bu konuda ayrıca şu âyetler de dikkat çekicidir:
1. “İbrahim’e Rabbi: ‘Benim emrime teslim ol.’ diye buyurduğu zaman o şöyle demişti: ‘Kendimi âlemlerin Rabbi’ne teslim ettim.’”[3]
“Bu dini Hz. İbrahim, kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi Hz. Yakup da vasiyet etti: ‘Ey oğullarım şüphe yok ki Allah, razı olduğu İslâm dinini sizin için seçti. O halde siz ancak müslüman olarak can verin.’ dedi.”[4]
2. “Resûlüm, de ki: ‘Ey kitap ehli (olan hıristiyan ve yahudiler) bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim.’”[5]
3. “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şöyle vahyetmiş olmayalım: ‘Gerçek şu ki benden başka İlah yoktur. Onun için bana ibadet edin.’”[6]
4. “İşte bu dinimiz, esasta bir tek dindir. (İslâm dinidir, tevhid dinidir.) Ben de Rabbinizim. Artık benden korkun.”[7]
5. “O halde (ey Resûlüm) gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult. Allah’ın dinine ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[8]
6. “‘Dini elbirlik tatbik edin ve ayrılığa düşmeyin.’ diye Allah dinden (tevhid esasından) Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi bir de İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat yaptı. Müşriklere, kendilerini davet ettiğin bu tevhid dini ağır geldi. Allah ona (bu hak dine) dilediklerini seçecek ve ona dönüp itaat edenleri hidayete erdirecektir.”[9]
Bunlar ve benzeri âyetler incelendiğinde görülecektir ki:
Hıristiyan âlemi içinde asırlar boyu İslâm dini hakkında çıkartılmış olan bazı art maksatlı propagandaların aksine İslâm bütün peygamberlerin hak olduğunu bildirir ve hepsinin kendi devirlerinde aynı temel itikadı insanlığa tebliğle vazifeli olduklarını beyan eder. Ve işte İslâm, Âdem’den (as.) beri gelen hak dinin adıdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân daha önceki tebliğlerin özünü beyan eder, bu tebliğleri iftiralardan korur ve kıyamete kadar bütün ihtiyaçları karşılayacak kemali temsil ve ihtiva eder.
Hz. Muhammed (as.) diğer peygamberlerden daima “kardeşim” diye bahsetmiştir. Ve bir hadîs-i şerîf’te şöyle buyurulmuştur:
“Ben Meryem oğlu İsa’ya dünyada da âhirette de insanların en yakını ve dostuyum.”[10]
II. İslâm’ın gayesi yeryüzünde hayrı hakim kılmak, kötülüğü kaldırmaktır.
İslâm dininin gayesi ve hedefi yeryüzünde hakkı, ilmi, adaleti hakim kılmak, hayrı ve saadeti sağlamak, buna mukabil batılı, cehaleti zulmü ortadan kaldırarak şerri ve şekiyeti önlemektir. Yani İslâm’ın gayesi kısaca iyiliği hakim kılmak, kötülüğü ortadan kaldırmaktır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
“Siz, insanlar için çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülüğü engelleyen hayırlı bir ümmetsiniz.”[11]
Gerçekten de İslâm’da “Emr-i mâruf ve nehy-i münker” diye tanınan bu içtimâî vazife namaz, oruç, hac gibi köklü bir fariza ve vecibedir. Bu aslî vazife ihmale uğrarsa dünyanın huzuru bozulacak, haksızlık ve anarşi yaygınlaşacaktır.
“Eğer siz emrolunduğunuz vechile birbirinizle yardımlaşmazsanız, yeryüzünde yaygın bir fitne ve büyük bir fesat hasıl olur.”[12]
Bu konuda şu âyetler de zikredilebilir:
1. “Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahitleri olasınız.”[13]
2. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”[14]
3. “Yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıp din tamamıyla Allah’ın oluncaya (ondan başkasına ibadet edilmeyinceye) kadar onlarla savaşın, eğer küfürden vazgeçerlerse Allah yaptıklarını görür ve mükâfâtlarını verir.”[15]
“İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydası dokunanıdır.”[16] Bu hadisin içinde cihadın gayesi dahi mündemiçtir.
Bu asil vazifeyi başararak insanları doğru yola çevirmenin ve hidayete erdirmenin mânevî mükâfâtı çok büyüktür.
Hz. Muhammed (as.) bir sahabîye;
“Senin çalışma ve gayretin sayesinde bir kimsenin hak yola girmesi, senin için dünyanın bütün zenginliklerini elde etmekten daha kazançlıdır.” buyurmuştur.[17]
İslâm’da, bir hayra delalet eden kimseye, bizzat o hayrı işleyen kadar ecir ve sevap vardır. Bu bakımdan müslüman daima büyük ve şümullü hayırlara yönelir, himmetini yüksek tutar. Bütün dünyanın ve tüm insanların nizam, refah ve saadetini sağlamaya çalışır, bu uğurda her çeşit imkânı değerlendirir ve bütün güçlerini seferber eder ve sağlam imanı da ona gereken eşsiz ve engin enerjiyi sağlamaya yeterlidir.
III. Hayrın hakim olması için cihad farzdır.
Esasen bu, bütün ümmetlere görev olarak verilmiştir. Bu da hayrın ayrılmaz bir gereğidir.
İslâm’ı anlamak için İslâm’ın kendi mefhumlarını anlamak ve bu mefhumların tarifi için kullandığı tabirleri doğru olarak bilmek zarureti vardır. Her temel mefhum ve inkılâb kendini yayma hakkını birlikte getirir. İslâm, yayma vasıtası olarak harp mefhumunu almamıştır, bunun yerine yepyeni bir ifade olan cihad tabirini kullanmıştır.
Hayrın cihana hakim olması ve şerrin yok edilmesi için İslâm’da cihad farz kılınmıştır. Bu kelimenin mânası üzerinde tefekkür etmek çok faydalıdır. Cihad kelimesi “cehd” kökünden türer, hayırları yapmak, kötülükleri yenmek ve ortadan kaldırmak hususunda olanca cehd ve gayreti sarf etmek mânasına gelir. Cihadı, sadece “askerî savaş yapmak” şeklinde anlamak ve kullanmak büyük bir yanlışlıktır. Çünkü savaş, cihadın sadece mecbur kalındığı takdirde başvurulacak arızî şekillerinden biridir.
İslâm’ı sahip olduğu cihad şuurundan dolayı kınamak da bir başka yanlışlık olur. Çünkü cihad Hz. Âdem’den beri bütün ümmetlere vazife olarak verilmişti.
Hz. İbrahim’in putlar ve putperestlerle aslî mücadelesi, Hz. Musa’nın zalim Firavun ve daha sonra da sapık Filistin idarecileriyle mücadeleleri, Hz. Davud’un ve Hz. Süleyman’ın savaş ve faaliyetleri bunun inkâr edilmez delilleridir.
O halde cihad, hayrı yayma şuurunun alkışlanacak bir aktivitesi ve ayrılmaz bir gereği olmaktadır.
Bundan dolayı Hz. Muhammed (sas.) hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biriniz bir kötülük görürse onu fiilen kaldırıp değiştirmeye çalışsın. Buna gücü yetmezse lisanıyla nasihat etsin veya o işin kötü olduğunu beyan etsin. Buna da gücü yetmezse o zaman hiç olmazsa gönlünden buğz eylesin ama bu imanın en zayıf derecesidir.”[18]
IV. İslâm’da cihadın gayesi Allah’ın rızasını kazanmak için doğrunun, iyinin, hayrın hakim olmasını temin etmektir.
İslâm’da cihadın gayesi, hatta bu cihadın zaruretten dolayı savaş şeklinde yapılması halinde dahi, toprak kazanmak, sömürmek, bazı ırkların, kabilelerin diğerlerine hakimiyet ve zulmünü temin etmek, şöhret kazanmak, kin ve intikam almak olmayıp sadece Allah’ın rızasını kazanmak için doğrunun, iyinin, hayrın hakim olmasını temin etmektir.
İslâm’da cihadın gayesi çok ilâhî ve çok ulvîdir. Müslüman cihadı, sadece Allah’ın rızasına ermek, sevap kazanmak, doğrunun, iyinin, hayrın, adalet ve hakikatin hakimiyetini sağlamak için yapar.
Maddî fayda sağlamak şöyle dursun bu uğurda icabında bütün malını, hatta en aziz varlığı olan canını vermekten çekinmez.
İslâm’da cihad, zaruretten dolayı savaş şeklinde tecelli ettiği zaman bile, maddî ve dünyevî bir maksada mebni başlatılmaz. İslâm’da, sadece ülke fethedip toprak kazanmak, insanları sömürmek, bazı ırkların, kavim veya kabilelerin diğerlerine hakim olmasını ve zulmetmesini sağlamak, kin ve intikam duygularını tatmin etmek ve şan-şöhret edinmek için savaşmak haramdır ve yasaktır.
Yukarıda da zikredildiği gibi İslâm’ı kendi tabirleriyle anlamak zarureti vardır. Nitekim cihadın gayesi de yukarıda zikrolunan sebeplerden dolayı âyet-i kerîmelerde “fî sebîlillâh”, hadîs-i şerîflerde “îlâ-yı kelimetullâh” olarak zikredilmiştir. İslâm’ın nazarında umumun faydası, cemiyetin mutluluğu için geçici dünyalık arzusunda bulunulmadan yapılan her hareket Allah yolundadır. Bu tabir sırf Allah rızası için yapılan hareketler için kullanılır.
“İnananlar Allah yolunda dövüşürler, küfredenler ise tağut yolunda...”[19]
Hadîs-i şerîf:
“Resûl-i kibriyâ’dan soruldu: ‘Birisi mal için, birisi ün için, birisi de (makamını) görmek için dövüşür. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?’ Âlemlerin Efendisi buyurur: ‘Îlâ-yı kelimetullâh (Allah’ın kelamını yüceltmek) için çarpışan Allah yolundadır.’”[20]
V. İslâm’da hakkın hakimiyeti için yapılan cihadın gayesi olan tebliğin öncelikle iyilikle, tebliğ yoluyla ve barışçı yollardan yapılması esas alınmıştır.
Ancak insanların hakkı duymalarına mâni olan güçlükleri ortadan kaldırmak veya kötülüğün doğruluğu ve hayrı ortadan kaldırmak için yaptığı tecavüzleri önlemek maksadıyla gereken hallerde, bir zaruret olarak cihadın savaş şekli meşru sayılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de;
“Rabbinin yoluna, hikmetle ve güzel öğütlerle davet eyle ve muhalefet edenlerle en güzel tarzda mücadele yap.”[21]
“(Ey Resûlüm!) Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici, azabı haber verici olarak peygamber gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[22]
“(Ey Resûlüm!) Artık sen (deliller göstererek) nasihat et. Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onların üzerine bir zorlayıcı değilsin.”[23]
buyurulur.
Hadîs-i şerîf:
“Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız. Nefret ettirmeyiniz, müjdeleyiniz.”[24]
İslâm’da insanları inanç yönünden zorlamak ve şiddet kullanarak İslâm’a girmelerini istemek de menedilmiştir:
“Dinde zorlama yoktur, artık doğru yol da sapıklık yolu da iyice ortaya çıkmıştır. Kim azgınlığa ve sapıklığa sevk eden güçleri inkâr edip Allah’a iman ederse kopması imkânsız sağlam bir tutamağa yapışmış olur.”[25]
Müslüman ülkelerinde yahudi ve hıristiyanlar daima huzur ve serbestlik içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Onların ibadetlerine ve ibadethanelerine tarih boyunca bir müdahale olmamıştır. O halde savaş ne zaman yapılır? Savaş ancak insanların hakkı duymalarına ve vicdanî kanaatlerine uymalarına mâni olan güçlükleri ortadan kaldırmak veya kötülüğün, doğruluğu ve hayrı ortadan kaldırmak için başlattığı haksız tecavüzleri önlemek maksadıyla ve gereken hallerde, sadece bir zaruret olarak meşru sayılmıştır ki bu konu az sonra daha geniş ve müstakil bir fasılda tafsil edilecektir.
VI. İslâm’ın cihad fikrinde esas, iyiliğin kötülüğe galebesidir.
İslâm’ın cihad fikrinde esas, iyiliğin kötülüğe galebesi olduğu için İslâm kötülüğü menşeinden yok etmek üzere, hayrın nasıl hakim olacağının bütün kademelerini ve halkalarını fazilet ölçülerine uyarak tanzim etmiştir. Böylece İslâm, nefis mücahedesinin, aile saadetinin ne suretle temin olunacağının, kabilelerin ve cemiyetlerin barış içinde saadet ve selamete nasıl erişeceklerinin, içtimâî hastalıklarla nasıl mücadele edileceğinin, devletler arasında barışın nasıl korunacağının hak ve fazilet ölçülerine uyan esaslarını tespit etmiştir.
İslâm’ın cihad fikrinde esas, iyiliğin kötülüğe galebesi veya onu tesirsiz bırakması olduğundan, İslâm kötülüklerin menşelerine iner. Onları kökünden kazımak ve kurutmak üzere sistemli davranır. Hayrın hakimiyeti için gerekli bütün merhale ve kademeleri fazilet ölçüleri içinde tayin ve tanzim eder.
İyi veya kötü bütün davranışlarımızın temelinde, iç âlemimizdeki sevgi, antipati, kin, hırs, merhamet gibi çeşitli ve karmaşık duygular rol oynar. Onun için İslâm’da “nefs” adı verilen benliğimizin eğitimine çok büyük ehemmiyet atfedilmiştir. Hatta bir savaştan dönen müslümanlara Hz. Peygamber’in;
“Hoş geldiniz, şimdi küçük cihaddan büyük cihada (yani, kişinin benliğinin sonsuz ve ölçüsüz arzu ve heveslerini yenme çalışmalarına) gelmiş bulunuyorsunuz.” buyurduğu pek meşhurdur.[26]
Nefsin terbiyesi, kötü duygu ve temayüllerinden temizlenmesi insanın dünya ve âhiret selametinin temelidir.
Nitekim Kur’ân-ı Azîmüşşân’da şöyle buyuruluyor:
“Kim nefsini temizlemeye muvaffak olmuşsa felaha ermiş, bunu yapamayan da hüsrana uğramıştır.”[27]
“Fakat her kim de Rabbi’nin makamından korkmuş ve nefsi şehevâttan alıkoymuşsa muhakkak ki onun varacağı yer cennettir.”[28]
İşe temelden yani nefis mücahedesinden başlayan İslâm aynı şekilde aile saadet ve selametinin temini esaslarını da vaz’etmiştir. Ruhbanlığı reddeder, ruh dengesi için şart olan evliliği teşvik eder, gayrimeşru alakaları kökünden keser, kadına layık olduğu mevki ve şerefi verir, onu mehir ile iktisadî garanti altına alır, boşanmayı kısıtlar. Çocuklara karşı ebeveyne düşen vazifeleri, evladın büyüklere göstermesi gereken hürmeti, zevc ve zevcenin mütekabil hukukunu fevkalade ahenkli bir sistem içinde toplar.
İslâm, geniş ve büyük bir aile sayılan cemiyetlerle de ilgilenir. Cemiyet içinde huzur ve saadetin hangi yollarla sağlanacağını gösterir. İçtimâî hastalıkları ve bunlarla mücadele yollarını tayin eder, müessir tedbirler getirir. Bu sahada en önemli faktör olan adaleti ısrarla emreder. Mesela;
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliğin her çeşidini ve akrabaya maddî yardımı emreder; zinayı, her çeşit fenalığı, zulüm ve taşkınlığı yasaklar.”[29]
“Ey mü’minler! Allah için dürüstlüğü yaşatan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa olan hıncınız sakın sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun çünkü bu, takvaya (samimi dindarlığa) en uygun davranıştır...”[30]
“Ey mü’minler! Hakkı dürüstlükle uygulayan ve Allah için doğru şahitlik yapan kimseler olunuz. Kendi şahsınızın, ana-babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa ve şahitlik yapılan zengin veya fakir bulunsa bile...”[31]
Gıybeti, dedikoduyu, laf taşımayı, insanları birbirine düşürmeyi, yalancılığı, haksız kazancı, aldatmayı, ölçü ve tartıda hilekârlığı, cemiyetin problem ve dertlerine karşı lakaytlığı ve umursamazlığı hiddetle reddeder. Hz. Peygamber (sas.);
“Müslümanlar birbirlerini sevmekte, acımakta ve merhamet etmekte bir vücut gibidir, bir uzvu hastalanırsa diğer bütün organları da humma ve uykusuzluğa düşer.” buyurmuştur.[32]
Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN (r. aleyh)
[1] Buhârî, “Kitâbü’l-enbiyâ”, 48; Tirmizî, “Fazâil”, 145; Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IX, 212.
[2] 2/Bakara, 136.
[3] 2/Bakara, 131.
[4] 2/Bakara, 132.
[5] 3/Âl-i İmrân, 64.
[6] 21/Enbiyâ, 25.
[7] 23/Mü’minûn, 52.
[8] 30/Rûm, 30.
[9] 42/Şûrâ, 13.
[10] Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IX, 212.
[11] 3/Âl-i İmrân, 110.
[12] 8/Enfâl, 73.
[13] 2/Bakara, 143.
[14] 3/Âl-i İmrân, 104.
[15] 8/Enfâl, 39.
[16] Câbir b. Abdillah’tan nakledilen hadis için bk. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 58, hadis no: 5787; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, I, 108, hadis no: 129; II, 223, hadis no: 1234; İbni Asâkîr, Târîhu Dımaşk, VIII, 404.
[17] Sehl b. Sa’d radıyallahü anh’den nakledilen hadis için bk. Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 9; “Meğâzî”, 36; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 34; Ahmed b. Hanbel, V, 333, hadis no: 22872.
[18] Müslim, “İmân”, 78; Ebû Dâvûd, “Salât”, 248.
[19] 4/Nisâ, 76.
[20] Buhârî, “Humus”, 10; Müslim, “İmâre”, 149; Ahmed b. Hanbel, IV, 401, hadis no: 19611.
[21] 16/Nahl, 125.
[22] 34/Sebe’, 28.
[23] 88/Gâşiye, 21-22.
[24] Buhârî, “İlm”, 12; Müslim, “Cihâd”, 6.
[25] 2/Bakara, 256.
[26] Bk. Bağdâdî, Târîhu Bağdad, XIII, 523; Ali el-Muttakî, Kenzu’l-ummâl, IV, 930, hadis no: 11779.
[27] 91/Şems, 9-10.
[28] 79/Nâziât, 40-41.
[29] 16/Nahl, 90.
[30] 5/Mâide, 8.
[31] 4/Nisâ, 135.
[32] Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66; Ahmed b. Hanbel, IV, 270, hadis no: 18398.