Tuba Kabacaoğlu'nun haberi
‘Ülkemizde artık, insanlar daha geç yaşta ve daha az evleniyor. Çok çabuk da boşanıyorlar. Çocuklarını ise kolayca terk edebiliyorlar. İlişkiler fazlasıyla kırılgan. Evlilik dışı birliktelikler giderek yaygınlaşıp normalleşiyor. Televizyonlar da bu tarz çarpık ilişkilere sıklıkla yer veriyor.”
Bu sözler, Prof. Dr. Urs Arthur Baumann’a ait. Kendisi Tübingen Eberhard-Karl Üniversitesi’ne bağlı Ekümenik Araştırma Enstitüsü’nde akademik başdanışman olarak çalışıyor. Kasım ayında Diyalog Avrasya Platformu’nun Antalya’da düzenlediği “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile” konulu konferansa katılan 650 akademisyenden biriydi. Baumann’ın tespitleri sadece içinde yaşadığı toplumu değil, hepimizi ilgilendiriyor. Modern çağın aileleri ne hâle getirdiğini çarpıcı biçimde özetleyen Alman bilim adamı, tek maaşın tüketim çılgınlığına kapılmış ailelere yetmediğini söylüyor: “Bu yüzden kadın da erkek de çalışıyor. Bu da eşler arası paylaşım ve iletişimi azaltıyor. Çocuk yapmakta gecikiyorlar. Çocuğu olanlar da ekonomik anlamda sıkıntı çekiyor. Alman toplumuna bu kutsal müessesenin önemi tekrar hatırlatılıp anlatılmalı.”
“Evlilik-Kutsama Töreni” konulu teziyle profesörlük unvanını kazanan Baumann’ın anlattıklarını duyunca Almanya’dan değil de Türkiye’den bahsettiğini sanıyorsunuz ilk etapta. Yaşadıkları öz kültür kaybının ardından ağır bedeller ödediklerini söyleyen akademisyeni dinledikten sonra insan ister istemez düşünmeye başlıyor, “Acaba Türkiye hangi bedelleri ödeyecek?” diye…
Aksiyon, belki ansiklopediler dolusu bilgi verilmesi gereken bir konuya ufak bir parantez açmak istiyor. Modernlikle geleneksellik arasına sıkışmış Türkiye’de, aileler hangi sıkıntıları yaşıyor? Toplumsal sorunlarımızdan çıkış yolu nedir?
Her aile küçük bir devlet, her devlet de büyük bir aile. Bundan dolayı milletler ayakta durmak için bu kurumdan güç almak zorunda. Tabii günümüz şartlarına uygun tadil edilmiş hâlinden...
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ergün Yıldırım, tüm dünyada yaşanan ‘aile’ krizinin sebebini; sanayi devriminden sonra aile içi ilişkilerin eşitlik temelinde yeniden düzenlenmesi, mahremiyetin değişimi, sınırsız cinselliğin keşfi, ataerkilliğin çözülmesi, evin alenileşmesi ve kadının kamusal hayata kontrolsüz katılması gibi birçok duruma bağlıyor. Ona göre, bu değişiklikler, ailede özgürleşme, birey kimliğinin ön plana çıkması gibi önemli değişimlere sebep oldu. Geldiğimiz noktada ise ne yazık ki aile kurumu tüm dünyada kan kaybediyor. Modern zamanların icadı ‘çekirdek aile’ bu önemli yapının ayakta kalmasına ne yazık ki yetmiyor. Dolayısıyla Batı ülkeleri başı çekmekle birlikte insanlık yeni arayışların peşinde. Eşcinsellerin evlenmesi, tek ebeveynli aileler, nikâhsız birliktelikler, kiralık anneler, evlat edinme modası da tüm bunların sonucu...
YAŞAM DÖNGÜMÜZE EN UYGUN YAPI: AİLE
İlk aile, beşeriyetin yeryüzüne adım atmasıyla başlıyor. Adem ile Havva’dan başlayıp günümüze kadar geliyor. Alternatifi bulunmayan bu beşerî teşekkül, insanoğlunun hayatına anlam katmak için yaratılmış âdeta. Çünkü dünyaya gelen büyüyor, evleniyor, anne-babalığa adım atıyor. Ardından tıpkı ebeveynleri gibi kendi evlatları için çalışıp didinmeye başlıyor. Dönüp arkasına baktığında hayat dediği uzun menzil çoktan tükenmiş oluyor. Aile içinde varlık göstermek, birileri için maddi-manevi emek harcamak bireyleri hayata bağlıyor, oksijen vazifesi görüyor. Üstelik insan bu sisteme ayak uyduracak fıtratta yaratılmış. Bundan dolayı çoğu kimse belli bir yaştan sonra kendine hayat arkadaşı, evlat meşakkati arıyor. Tüm bunlar hayat döngümüzü özetliyor aslında.
Ancak hızlı hayat, modernizmin getirdiği anlam kaymaları ve yaşam felsefesindeki değişmeler, aile ile ilgili değerleri süratle yıpratıyor. Çok ‘umutsuz’ bir tablo çizmek istememekle birlikte toplumu yavaş yavaş kanatan yaralara bir an önce parmak basmak gerekiyor. Yoksa varlığıyla övündüğümüz ‘çekirdek aile’miz Prof. Urs Arthur’un da değindiği gibi önümüzdeki yıllarda yok olup gidecek.
Doç. Dr. Ergün Yıldırım, değişen aile yapısını konuşurken, Türkiye’nin yaşadığı serencamı da göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünüyor. Ona göre, 80’li yılların sonuyla birlikte Batı’yla kurduğumuz kültürel iletişim kültürel etkileşimi de beraberinde getirdi, her alanda değişim kaçınılmaz bir hâl aldı. Modernleşme ülkemizde hep ‘Batılılaşma’ şeklinde algılandı. Modernitenin getirdiği yaşam felsefesi, egoizmi ve hazcılığı ön plana çıkardı. Bu düşünce tarzı eş olmanın, aynı aşı paylaşmanın, aile kurmanın önemini ortadan kaldırdı. Evlilik, ‘birliktelik’ şeklinde algılandı. Duygular ikinci plana düştü. Erkek egemen kültürün temsilcileri de daha çok kadınla birliktelik yaşamaya başladı. Evlilikler ‘ben haklıyım, sen haksızsın’ savaşına dönüştü. Feminist yaklaşım da bu gereksiz mücadeleyi körükledi. Anne ile bebek arasındaki bağ bile değişimden payını düşeni aldı. Anne sütü uzun yıllar gereksiz görüldü. Kadınlara “Senin de hakların, isteklerin, hayatın var. Önce kendini düşün.” fikri empoze edildi. Sonuçta ülkemizde boşanmalar hiçbir dönemde olmadığı kadar arttı. Mutsuz aileler arasına her geçen gün yenileri eklendi. Parçalanmış hayatların toplum içindeki ağırlığı fazlalaştı. Akla şu soru geldi hep: “Yoksa ailenin sonu mu?”
Aile kurumunun sıkıntılarını konuştuğumuz uzmanlar, evliliğin yeniden tanımlanması konusunda hemfikir. Çünkü kadın ve erkeğin beklentileri, sosyal hayat dinamikleri, bilgi düzeyi, genel yaşam algısı, teknolojik gelişmeler, geleneksel normlar gibi pek çok ayrıntı, evlilikleri olumlu-olumsuz etkiliyor. Bu değişimin en görünür farklılığını Psikolog Mustafa Topkara anlatıyor: “Önceleri ‘kendimizi güvende hissetme’yi merkeze alan beraberliklerimiz vardı. Bu sebeple, ne sorun yaşanırsa yaşansın, birliktelik devam ederdi. Bilinç ve refah seviyelerimiz arttıkça, kendimizle ilgili farkındalıklarımız derinleşip güvenlik ihtiyaçlarımız azaldıkça ilişkilerden, evliliklerden taleplerimiz değişiyor. Şimdi, çiftlerdeki temel duygusal arayış, ‘kendini değerli hissetme’ye dayalı.”
Psikiyatrist Dr. Hamdi Kalyoncu da başka ülkelerle kıyasladığımızda hâlâ iyi yönlerimizin varlığından söz ediyor. Fakat “Olması gereken bu mu?” sorusunu, “Evet, demek zor. Kültürümüz, inancımız ve değer yargılarımız çok daha sağlam bir aile yapısı için uygun. İdeal olanın çok gerisindeyiz.” diye cevaplıyor.
EN ÖNEMLİ PROBLEM: İLETİŞİMSİZLİK
Dr. Kalyoncu’ya göre bunun iki temel kaynağı var: Bizi biz yapan değer yargılarımızı giderek ihmal etmek ve eğitim anlayışımızdaki çarpıklık... Zira günümüz gençleri hayatı daha kolay yaşamak için eğitiliyor âdeta. Eğitim kurumları sadece bilgi yüklüyor. Hâlbuki bilgi yetmiyor hayatta. Duyguların eğitilmesi şart. İnsan bildikleri ile değil, duyguları ile insan. Güzel hissiyatlardan uzak yetişiyoruz. ‘Bilgi’ toplumu olmaya çalışıyoruz. ‘Bilgi’ beyni dolduruyor ama kalpler boş kalıyor.
Şehirleşme, giderek artan ‘daha iyi yaşam’ sloganları, tüketim çılgınlığı, lükse düşkünlük derken günümüzde evlilik kriterleri hayli değişti. Artık herkes evleneceği kişinin önce zengin olmasını, sonra da güzel görünümlü olmasını istiyor. Hâlbuki evlilik dediğimiz meşakkatli yolculuk; iyi bir arkadaşlık, karşılıklı sevgi, muhabbet, anlayış, fedakârlık, şefkat ve merhamet gibi hayatımızı da kuşatan belli başlı esaslar gerektiriyor. İşte temeli bu ve benzer duygularla atılmayan evliliklerde ilk önce iletişim sorunları baş gösteriyor. Aynı evi, aynı hayatı paylaşan eşler, hiçbir olumsuzluk yokken bile sayılı cümlelerle diyalog kuruyor. Kimse hayat arkadaşının gün içinde ne yaşadığını merak etmiyor. Sessizce yenen akşam yemeğinin ardından televizyon açılıyor. Ta yatma vaktine kadar... Paylaşımsız ilerleyen ilişkiler, en ufak bir olumsuzlukta kopma noktasına geliyor.
EVLİLİK GERÇEĞİ İDRAK EDİLEMİYOR
Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı veriler de durumumuzu özetlemeye yetiyor. 2010’un birinci döneminde (Ocak-Şubat-Mart) 30 bin 773 çift boşanmış. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 4,8’lik artış olmuş. 2009’un ilk döneminde ise Türkiye’de 29 bin 372 çift evliliğini sonlandırmış. Peki, aileleri bu sürece götüren temel sebepler ne? Aile terapisti Mustafa Topkara, iletişimsizliği, ‘ailelerin en temel sorunu’ diye tanımlıyor. “Bu düğüm çözülürse ancak diğer sorunlara alan açılabilir.” diyor.
2001’den bu yana yurt içi ve yurt dışında ‘Aile İçi İletişim’ konulu seminerler veren Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Efkan Yeşildağ da önemli bir tespitte bulunuyor: “Eşler arasında en önemli problemler nedir diye sorduğumuzda; iletişimsizlik kadınlar için birinci sırada, erkeklerde de üçüncü sırada geliyor. Bundan şu çıkıyor: Eşler problemlere de farklı bakıyor. Bu bile bir iletişim sorununun varlığını gösteriyor.”
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ‘Son Sığınak Aile’ isimli yeni kitabında mutlu evliliklerin ancak sağlıklı iletişimle ayakta kalabileceğini söylüyor. Tarhan’ın çözüm önerilerinin hayatımıza dokunan önemli yanları var. Eşler korkularını, endişelerini bir kenara bırakarak duygularını, iç dünyasında yaşadıklarını hayat arkadaşıyla paylaşmalı. Kadın-erkek birbirinin beden dilini keşfetmeli. Sorunları içe atmak ve yok saymak yerine karşılıklı konuşmalı. Kadın paylaşırken erkek susmamalı. Her türlü karar istişare ile alınmalı. İyi arkadaşlık esas olmalı. Bunun için de çiftler zaman zaman eşinin ilgi alanları hakkında araştırma yapmalı, kitap okumalı, öğrendiklerini paylaşmalı, ortak seyahat programları düzenlemeli, birbirine ‘özel zamanlar’ ayırmalı. Fakat tüm bu iyileştirme çabaları sonuç vermezse profesyonel destek ihmal edilmemeli.
DÜNYA SANAL, ALDATMA GERÇEK
Haberin devamı için tıklayınız>>>
Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın ‘Son Sığınak Aile’ kitabını almak için 0212 444 24 14'ü arayabilirsiniz.
Aksiyon Dergisi