II. Abdulhamid'in de "Mustafa" gibi yalnız bir liderdi

Sultan II. Abdulhamid'in de "Mustafa" gibi yalnız bir lider olduğu iddia ediliyor.

Seher Kadıoğlu'nun kitap kritiği

Dünya tarihinin en çetrefilli yıllarında Osmanlı İmparatorluğuna otuz yıl padişahlık yapmış Abdulhamid, diğer padişahlardan daha çok konuşulur tartışılır. Günlük gazetelerdeki köşelerde dahi güncel kalmaya devam ediyor dersek çok da yanılmayız. Tarih sayfalarına geçilen kayıtlar, bir yerde, kaleme alanların bakış açısından süzülüp düşenler oluyor. Bugünler de yarınlara taşınacak ama nasıl? Değişen iktidar güçleriyle okullarda okutulan tarih kitaplarındaki bilgiler de değişiyor. Gelecekte, günümüzdeki siyasi gelişmeleri, karşıt siyasi kanatlardan dinleyenler, hangisini doğru kabul edecek?

Çok belirgin olaylar dışında, tarih yaprakları, henüz tanıklık edilen günde farklı yorumlanıyor. Tam bu noktada, tarafsız olabilirler ümidiyle, uzak coğrafya bakışları akla geliyor. Biyografi yazarı Joan Haslip de Tanrı'nın Gölgesi II. Abdülhamid adlı yapıtında eline geçen belgeler ve canlı kaynaklar ışığında Abdulhamid’i ve dönemini anlatıyor. Kitap Abdulhamid’in politik arenadaki hamlelerini ve psikoloji grafiğini görüyor. Eşref Özbilen’in dilimize kazandırdığı eserde, birtakım diplomatik mektuplardan alıntılar da bulunuyor.

Abdulhamid Hangi Tepelere Doğdu

Joan Haslip dünyaya kargaşalı bir zaman aralığında gelmiş Abdulhamid’in çocukluğundan başlayarak ölümüne dek ruh evreninde dolaşıyor. Kimi zaman acıdığı, kızdığı, bazen muhteşem bulduğu, bence çözemediği bir karakterle karşı karşıya kalan yazar, kalemini bir gizin peşinden koştururmuşçasına yürütüyor.

Kitabın adı Tanrının Gölgesi, orijinal adıysa, padişahın halife olmasından çok yazarın etkilenme şiddetiyle ilintili olsa gerek. Ama sanırız eserin orijinal adı değil, yayıncının tercihi.

Yenileşen, yenilenirken dalgalanan bir dünya haritasında, sınırları, kendini taşıyamayacak kadar geniş bir imparatorluk; bir yandan yeni dünya düzenine ayak uydurmak diğer yandan mahiyetini oluşturan diğer yabancı unsurlara otorite etmek zorunda. Aksi takdirde sallanan devin ayağına basmayı kollayan çok. Joan Haslip’e göre babasının gözdesi olamıyor hatta sevilmiyor. Babası Abdulmecid’in, amcası Abdulaziz ‘in ölümü ve kardeşi Murat’ın akli dengesini yitirmesi sonucunda tahta çıkıyor. Tahta hazırlamayanlara rağmen gözlem yeteneği, yerini doldurmasında büyük rol oynuyor. Yıldız sarayında, muhteşem bahçelerde, yalnızlığa mahkûm bir adam profili çiziyor yazar.

Abdulhamid ve kadınlar

Saraya güzelliğiyle gelen rakkase Pirimüjgan kalfanın oğlu Abdulhamid; sevgisine kucağına doyamadan annesini veremden kaybediyor. İlk çocukluk yılları, hasta yatağından çıkamayan anneye, selamlıkta olanları aktarmakla, kenarda, olup bitenleri izlemekle geçiyor. Annesinin dışlanmışlığı çocuğa da hissettiriliyor. Hocalarının, bakıcılarının ilk intibaları genellikle olumsuz! Anne olarak görevlendirilen Perestû‘ya uzun zaman alışamıyor. Atanan üvey anne, günlük olaylara, hesaplara, rakamlara ilgi duyan çocuğu, marangozluğa, ince oyma işlerine teşvik ediyor. Dedesi İkinci Mahmut’un, sokakta başının üstünde çamaşır taşırken görüp beğendiği Pertevniyal kalfa, Abdulhamid’in arkadaşını seçme yaşına geldiği zaman yegane değer verdiği kişi oluyor. Bu dindar kadın, kişiliğine damga vuracak şekilde etkiliyor. Pertevniyal kalfa mahalleden tanıdıklarıyla, saraya yerleşince de kopmuyor. Abdulhamid onun sayesinde sokakta konuşulanlardan bihaber kalmıyor. Kraliçe Victorya ile dostluğu, hukuku kuvvetli. Kraliçe bir mektubunda Hicaz demiryolu için kendisinden ricada bulunuyor. Gençlik yıllarında Flora Cordier adında butik sahibi bir hanıma duyduğu âlâka, evlilikle sonuçlansa da fazla uzun sürmediği söyleniyor. Hanımlara karşı zarif ve kibar davranıyor.

Kitap Padişah’ın İngilizlerle olan münasebetlerine büyük yer ayırıyor. Küçücük çocukken sarayın bahçesinde elini sıkan lordu, sevgi hanesine nasıl kaydettiğini görüyoruz. Yazar Abdulhamid kadar Yıldız Sarayıy’la orada gördüğü binbir gece masallarını andıran zenginlikle, ihtişamla, haremde konuşulanlarla -ki çoğunun rivayetten ibaret olduğunu belirtiyor- ilgileniyor.

Abdulhamid’ in dinç snağlıklı görünmek için yüzüne allık sürmesi, korkak olması pek inandırıcı gelmedi. Müthiş bir hafiye düzeni kurması, çevresine güvenmemesiyle, ürkekliğiyle açıklanıyor; suikast teşebbüslerinden, dönen entrikalardan sonra korkaklık değil hayatta kalma yolu olarak da yorumlanabilir . Yazar taraflı; Mithat Paşacı. “Onu dinleseydi” görüşünde.

“Doğuştan dindardı”

Yazar göründüğü gibi dindar olmadığını da iddia ettiği Abdulhamid için ilk sayfalarda “Aslında o doğuştan dindardı” diyor. Dini eğitim aldığı kalfa aynı zamanda fallarla efsunlarla uğraşan bir kadınmış. Böyle sayfalarda, yazarın bilmediği bir din hakkında kafasında ürettikleriyle de yazdığını düşünüyorum. Sarayın sessizliği, ihtişamı, inşaatında çalışanlardan gizlenen mühendislik bilgileri, saray sakinlerinin bazı davranışları mübalağlı ifadelerle yer alıyor.

Haksızlık yapmama adına, tarih sayfaları karıştırılırken; toplum liderlerinin; “Yaşadığı zamanın ve toplumun koşullarında değerlendirilmesi gerekir” görüşüne kimse karşı çıkmaz da bilirkişiler, tarihteki olayları, özellikle geçmiş önderleri, masaya yatırırken yine de subjektivitenin tuzağından kurtulamazlar.

Abdulhamid Politikaları

Ayaklanmalarla, canına ve milletine yönelen tehditlerle, dünyayla baş ederek geçen bir hayat! Avrupa, Amerika, İtalya, Fransa, İngiltere, Rusya gibi yabancı güçlerle bitmek bilmeyen diplomatik pazarlıklar, imparatorluğu oluşturan çeşitli toplulukların baş kaldırısı, içerideki siyasi kargaşa başlıca uğraşıları. Gün geliyor en yakınına güvenemiyor. Ancak iman gücüyle dayanılabilecek bir mücadele. Abdulhamid’e yönelen eleştirileri düşünürken, günümüzdeki bir köşe yazarının “Siz silahlı kalkışma içinde bulunan hangi örgüt biliyorsunuz ki orada devlet eylemcilere karşı silah kullanmasın” sözü, gözüme takıldı.

“Anlaşıldığına göre Midhat’ın hakim özelliği hırstı fakat bu şahsi menfaatinden ziyade, ülkesinin yararına yönelik bir hırstı” cümlelerinde Midhat paşa’nın leyhine kullanılan kalem hiç ters istikamete yönelmiyor.

“Büyük Britanya, Asya’daki topraklarını Ruslar’ın saldırılarına karşı savunmak üzere sultana katılacaktır. Buna mukabil sultan müttefiki ile danışarak orada gereken reformları başlatmayı vaad etmektedir. Britanya’nın taahhütlerini yerine getirebilmesi için sultan Kıbrıs adasını Doğu Akdeniz’de bir üs olarak işgal ve idare edilmek üzere verecektir. İngiltere son beş yılın ortalama geliri üzerinden hesaplanarak yıllık bir kira ödeyecektir ve Rusya Asya’da yeni ele geçirdiği tahliye ettiği zaman Kıbrıs’ı tahliye edecektir”. “Yıldız’ da imzalanan Kıbrıs Konvansiyonu Abdulhamidin yakın dostu doktoru Mavroyeni ve Mr. Layard sayesinde gerçekleşmiştir”.

(.) “Bu sırada Mr. Layard’ın şahsi zaferi olarak görülüyordu fakat sultanın itimadına mal olmuştu. İngiltere nin ittifakını satın aldıktan sonra Abdulhamid, İgiltere’nin onun menfaatlerini sadece Rusya’ ya karşı değil, bilakis bütün diğer devletlere karşı korumasını bekliyordu ve Layard Berlin’de Türk delegelerinin maruz kaldıkları her gerçek veya hayali horlamadan sorumlu tutulacaktı .” Sultanın müşavirlerine olan güvensizliği o derecedeydi ki onlara en ufak kararı bile bırakmaya cesaret edemiyordu ve onun güvensizlik duymasından yararlanan hafiyelerin jurnalleri her gün sistemini biraz daha zehirliyordu” tarzındaki söylemleri, Abdulhamid’in sinir krizleri takip ediyor. Bu nöbet halleri genelde diplomatik faaliyetlerden sonra yakalıyor padişahı.
.
“Hem Abdulhamid hem de onun yakın tarihteki selefleri Ermenilere hoşgörü ve adaletle davranmışlardı. Kırım Harbi esnasındaki ihanetleri unutulmuştu ve birçoğu hem Bab-ı Âli’de hem sarayda önemli yerler işgal ediyorlardı. Sıradan Türklerin ticaretin her şekline soğukluk duymalarından dolayı imparatorlukta ticaretin ekserisi Rumların, Yahudilerin veya Ermenilerin elindeydi ve genç Abdulhamid ilk dostlarını Rum ve Ermeni simsarlarıyla Galata bankerlerinin arasından edinmişti. İktisadın her türüne karşı duyduğu ilgi iyi yetişmiş Türklerin geleneklerine o kadar aykırıydı ki annesinin Ermeni asıllı olduğuna dair söylenitnin yeniden canlanmasına sebep olmuştu ve saltanatın başlangıcında Ermeniler “Millet-i sadıka” olarak atıfta bulunacak kadar gözdeydiler.” Satırlarının devamında Ermeni olayları çevirmenin dipnotları eşliğinde yer almakta.

Joan Haslip’in gördüğü Abdulhamid ailesinden devraldığı depressif yapısıyla, hurafelerle kodlanmış kişiliğiyle, yapay ihtişamıyla otuz yıl arzı endam etmiş. Gücünü, titizlikle işlettiği hafiye kurumuna borçludur. Hareme dair bilgilerin rivayetlerden öteye geçmediğini söyleyen aynı yazar haremde geçen bazı olayları fitursuz ayrıntılarla bezeyerek resmektedir. Abdulhamid’in yakınındaki çoğu dindar; aynı zamanda kahin, müneccim, efsunla uğraşan padişahın dini duygularını istismar etmekle, realiteye ters düşen yönlendirmelerle suçlanan kişilerdir. Döneminde gerçekleşen, başlatılan projeler bile bir artı kazandırmıyor padişaha; onlar yenilikçi insanların yaptırımları olarak geçiyor.
AIbdulmamid Yalnızlaşırken!
Hani kızılıyor ya Can Dündar'a "Mustafa" belgeselinde Atatürk'ü yalnızlaştırmıyor aslında zavalılaştırıyor diye, bu kitabı okurken yer yer aynı öfkeyi Joah Haslip'e duymamak mümkün değil.
Eserin sonunda Abdulhamid’in yalvarmalarına, çaresizliğine, ayrılmış satırlar, yazarın biyografi çalışmasının öznesine karşı duyduğu öfkeyi, onu acz içinde görme ve gösterme arzusunu ele veriyor. Yazar ifadeleriyle padişaha acıyor ama öyle bir acıyor ki, çalışması sanki öç alarak nihayetleniyor. Ön planda biyografi arka planda bir trajedi kaleme alınmış. Necip Fazıl’ın Ulu Hakan Abdulhamid'inden çok uzak bir Abdulhamid elbette. Yazarın eli mahkum olarak yazdıklarından, yazılmayanlar da okunuyor.
Onu yeren bir yabancı bile, merhametini, ferasetini dinine bağlılığını, son ana kadar pes etmemesini, kan dökmemek için verdiği mücadeleyi siyasi satrançtaki ustalığını, insanları etkileme gücünü yansıtmış. Haydarpaşa garı, Kandilli Kız Lisesi, Şişli Etfal Hastanesi onun döneminin eserleri. Bunları silah zoruyla mı yapmış?
Yazarın yazamadığı; padişahın acılarını, küçük sevinçlerini, büyük sevgilerini, günlük yaşantısını merak ettim; incelesem de öğreneceğime inanmıyorum. Sarayı muamma olarak gösteren yazarın o büyük kapıların ardındakileri sadece hayal ettiği açık.
Tarih bilgisi, orta eğitim düzeyinden ileri gidememiş biri olarak bu çalışma aracılığı ile Abdulhamid’le, dönemiyle, yeniden tanıştım...
İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Amerika arasında kalan, zayıf anı kollanan Osmanlı duruyor karşımda. Günümüze gelirsek sanki bir şeyler değişmemiş gibi yine politik arenada karşımızdalar. Abdulhamid devrindeki Ermeni, Kürt sorunları bugün yok mu? Elimizi bağlayan kuşatılmışlık hissi? En klişe anlatımla, elimizin güçlü olması kaçınılmaz. İçimizde üretilen yangınları söndürecek devlet adamlarıyla, akılcı politikalarla, birbirimize milletçe sarılarak ancak kuvvetlenebiliriz. Muhatap olduğumuz zihniyetler ölmedi ki! Geçmiş, geleceğe dair ders vermeyecekse övünme ya da dövünme metinleri olarak raflarda oturur bir de polemik konusu olur.

Kültür-Sanat Haberleri