Ahmet LütfiKAZANCI [*]
İslâm Tarihi'nin temelini teşkil eden malzeme arasında Hz, Peygamber'in tebligatının önemli bir yeri vardır. Modern eğitim ve öğretim imkânlarıyla kıyas edildiği takdirde imkânsızlık denebilecek şartlar altında yapılan bu tebligatın kalıcı olması yönüyle değerinin tespit edilmesinde fayda vardır.
Kalıcı olması derken bugün öğrenilip yarın unutulan çeşitten olmayan, zihinlere yerleşen, ruhlara nüfuz eden bir tebliğin yapılmış olmasını kastediyoruz. O günün imkan ve şartlarını göz önünde bulundurursak:
1- Cemaatin oturduğu yer çakıl taşlarının serili bulunduğu, halısız, kilimsiz kuru bir zemindir1. Tavan hurma dalları, yaprakları ve dallardan soyulan kabuklarla örtülmüştür, basıktır2. Rahatlık ve aydınlanma gibi hususlarda bugünün modern binaları bir tarafa, köy ilkokullarıyla bile boy ölçüşemeyecek seviyededir. Mescide ışığın ilk defa girmesi hicretin dokuzuncu yılına rastlar3. Yağan yağmurun, Hz. Peygamberin başına döküldüğünü, sakalından damladığını biliyoruz4. Secde ederken kızgın çakıl taşlarından korunmak için örtündükleri elbisenin ucunu yere serme ihtiyacını hissettikleri olmuştur5.
2- Yaşanılan günlerin rahat ve huzur içinde geçtiğini söylemek mümkün değildir. On üç yıl süren Mekke hayatı tam anlamıyla bir çile devridir. Sırf Allah’a inandıkları için Müslümanlara yapılan hakaretler, işkenceler hatta öldürme olayları İslâm Tarihi kitaplarında geniş bir yer tutar6. Anayurdunu terk ederek Habeşistan'a, Medine'ye hicret eden insanlar, Mekke'de insan gibi yaşama imkânının kalmadığına, kesin kanaat getirmiş bulunuyorlardı.
Bu arada Medine'de Yahudilerin ve münafıkların çevirdikleri ardı arası gelmeyen entrikalar, Müslümanları huzursuz etmiş, nefes alamaz hale getirmişti. Bu arada Hz. Peygamberin bizzat katıldığı uzun veya kısa mesafeli seferler yapılmış, muharebelere girişilmiştir. Bunlara ilave olarak Müslümanlardan her birinin evini, ailesini geçindirme çabası içinde bulunduklarını da hatırda bulundurmalıdır. Bu insanların pek çoğu fakirdir.
3- Hz. Peygamber'in anlattıklarını öğrenmenin sonucu olarak alınacak bir diploma, elde edilecek bir mevki veya maddi gelir mevcut değildir.
4- Cemâat arasında yaş birliği yoktur. İçlerinde Enes b. Malik (93/711), Ebu Said Hudrî (74/693) gibi henüz çocukluk çağında sayılacak olanlar vardır. Ali b. Ebî TâLib (40/660) gibi delikanlılar,: Osman b. Affân (35/655), Abdurrahmân b. Avf (32/652), Ömer b. Hattâb (23/644) gibi orta yaşlılar, Ebu Bekir b. Ebi Kuhâfe gibi ileri yaşta olanlar vardır.
Bu arada cemâatin pek çok çeşitli kabilelere mensup insanlardan meydana geldiğini de hesaba katmalıdır, içinde yaşadıkları zamana göre kültür seviyesi birbirinden farklı, zeka ve anlayışı birbirini tutmayan insanlardı.
5- Hz. Peygamber'in sesinin banda kaydedilmediği muhakkaktır. Sözlerinin hiç olmazsa özet halinde bile yazıyla tespit edilmediği, konu üzerinde daha sonra düşünmek, müzakere etmek için müracaat edilecek bir kitabın, teksirin bulunmadığı bilinen bir gerçektir. Çünkü Hz. Peygamber, kendisinden duyulan sözlerin yazılmasını yasaklamış, sözlü nakledilmesine izin vermiştir7.
Hz. Peygamber'in bu emri, titizlikle yerine getirilmiştir. Öyle ki Emevî devrinin âdil halifesi Ömer b. Abdülaziz (101/709) hadislerin toplanılmasını emredinceye kadar bu hadisler üzerinde ciddi bir çalışma yapılmamıştır8.
Bu arada Medine Yahudileriyle yapılan anlaşmalar9, Hudeybiye musalahası10, Ebu Şâh isminde bir zatın ricası üzerine Mekke fethinde yapılan konuşmanın yazdırılıp verilmesi11, etrafta bulunan emir ve meliklere gönderilen mektuplar11 hatırlanabilir. Bunların hadis yazılması anlamına gelmediği muhakkaktır. Ayrıca Hz. Peygamberden aldığı özel izinle hadis yazma işini amatörce sürdüren Abdullah b. Amr' (65/684) dan başka bir şahsın bulunduğunu bilmiyoruz13.
Genel çerçevesini bu şekilde çizebileceğimiz imkan ve şartlar altında yapılan tebligatının yazılması yasaklanmış, nakledilmesine izin verilmiş, daha sonra bu izin bir emir şeklini almıştır. Arafat'ta yapılan tarihi konuşma arasında "burada bulunanlar benden duyduklarını burada bulunmayanlara ulaştırsın" anlamındaki hadis14 kesin emir niteliğindedir. Ayrıca, kendisinden duyduğu bir hadisi olduğu gibi gelecek nesillere nakledenler için Hz. Peygamber "Allah onu nura gark etsin" şeklinde dua etmiştir15.
Üzerinde durulacak bir başka cihet Hz. Peygamberden hadis nakletmenin ciddiyetidir. Çünkü "Hz. Peygamber şöyle buyurdu" diyerek onun ağzından hadis nakledenlerin önünde, imanlı bir kişinin kolay kolayına aşamayacağı bir sed çekilmiştir. "Benim adıma söylenen yalan, bir başkası adına söylenen yalan gibi değildir. Bile bile benim adıma yalan uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın" tehdidi, en sahih senetlerle nakledilen hadisler arasında yer alır16. Çünkü nakledilecek olan sözler, "ilâ yevmi'l-kıyâm" devam edecek olan bir dinin, Kur'an'dan sonra ikinci derece de temelini teşkil edecektir.
O halde hem yazılmayacak, hem de Hz. Peygamberden alındığı saf ve berraklıkla nakledilecek olan hadisler ashabın ruhuna öyle yerleştirilmeli ki aradan geçen zaman onu zihinlerden silip almasın.
Hz. Peygamberin tebligatı üzerinde bu yönüyle dururken şu hususları tespit ediyoruz:
1- Hz. Peygamber muhatabını iyi tanımış ve muhatabın durumuna en uygun olan ifade yolunu tercih etmiştir.
Muhatabın tanınması, doktorun hastasını tanıması derecesinde lüzumlu ve önemlidir. Tebliğde gözetilen gaye ve hedefe ulaşmak ve muhatabına gerçekten faydalı olmak isteyen bir mübelliğin, yapacağı tebliği bildiği kadar muhatabını da tanıması gerekir. Aksi halde bahis konusu edilen mes'ele ne derece önemli olursa olsun, hasta görülmeden ve teşhis konulmadan reçete yazılmış demektir. İlkokul öğrencisine yüksek matematik dersi vermenin, dişi ağrıyana trafik kurallarından bahsetmenin anlamı yoktur. Bu sebeple mübelliğin muhatabını bir psikolog gözüyle incelemesi, kime hangi yoldan söz söylemesi gerektiğini ona göre tespit etmesi lazımdır17.
Cemaatin ortak derdinden haberi olmayan bir mübelliğin yapacağı tebliğ, hiçbir zaman "gelişigüzel" olma vasfını üzerinden silip atamaz.
İnsanlar bilgi, zekâ, edebi kabiliyet, kültür yönleriyle aynı seviyede değildirler. Kültürlü bir insanı kara cahil gibi kabul ederek konuşmak, zekâ seviyesi düşük bir kimseye hitab ederken inkâr durumunda imiş gibi bir ifade yolu tutmak veya bunların aksini yapmak bir mübelliği istemediği neticelere götürebilir. Ayrıca insan kendi seviyesinden yapılmayan bir konuşmayı can sıkıntısı ile takip etmekten kendini kurtaramaz18.
İşte Hz. Peygamber tebliğlerini bu ölçüler içinde yapmıştır. Cemaatini mükemmel şekilde tanımış, emir ve tavsiyelerini bu ölçüler içinde vermiştir. Nitekim cesaretle hiçbir ilgisi bulunmayan Hassân b. Sâbit'e (54/674) "Sen de muharebeye katılacak ve silah kullanacaksın" dememiş, hatta Hendek muharebesinde onu da kadınlarla birlikte kalede muhafaza etmiş19, fakat Kureyş şairleri tarafından yapılan saldırılara cevap verme konusunda ondan istifade etmiş, mescide konulan bir kürsi'nin üzerine çıkartarak şiirlerini okutmuş ve "Cibril seninle beraberdir, desteklemektedir"20 demek suretiyle ona ayrı bir şahsiyet kazandırmıştır.
Hz. Aişe "Rasulullah'ın açık seçik bir konuşması vardı. Dinleyen herkes anlardı" der21. Bu söz, onun her sözünü herkes anlardı şeklinde anlaşılmamalıdır. Hz. Peygamber muhatabının durumuna göre uzun, kısa, basit, edebi... bir ifade tarzı seçer, maksadını muhatabının arılayacağı ifade tarzıyla anlatırdı manasınadır. Bu sebepledir ki Hz. Peygamberi dinleyenler, onun sözlerini anlamak için kendilerini zorlamamışlardır. Yanından ayrıldıktan sonra "sözlerini ve maksadını anlayamadım" diyen tek fert bulunmamıştır.
Hz. Peygamber ashabını iyi tanıdığı içindir ki "en hayırlı amel hangisidir?" sorusunu, soranın durumuna göre çeşitli şekillerde cevaplandırmıştır22. "Sadakanın hangisi üstündür?" diye soran ve fakir bir adam olan Ebu Hüreyre'ye (59/678) "Fakir olanın güç ve kuvvetiyle yardımda bulunmasıdır"2 3 derken, aynı suali soran ve bir kabile reisi olan Sa'd b. Ubâde'ye (14/635) "Su çıkartmaktır"24 demesi bu konuda gösterilecek örneklerdendir.
Hz, Peygamber kendisine gelerek ahlâki manada tavsiye isteyenlere ayrı ayrı tavsiyelerde bulunmuştur. Amcası Abbas (32/652) birkaç defa ve ayrı ayrı zamanlarda müracaat ettiği ve "Allah’tan ne isteyeyim" dediği halde her defasında "Afiyet iste" cevabını25 vermiştir. Sıhhat ve huzur içinde, belalardan uzak bir yaşayış anlamına gelen afiyet istemeyi tavsiye ederken, amcasının ifrat derecede mal hırsını göz önünde bulundurduğu muhakkaktı26. Cabir b. Süleym nasihat istediği zaman ona uzunca bir nasihatte bulunmuş27 nasihat istememiş olmasına rağmen Ebu Zerr'e (32/652) "Ey Eba Zerr, ben seni zayıf iradeli bir kişi olarak tanıyorum. Ben şahsım için arzu ettiğimi senin için de arzu ederim. Sakın, iki kişiye bile emir olma. Bir yetimin malına bakma görevini de üzerine alma"10 demiştir.
Rum Melikine gönderilen mektup, herkesin anlayacağı bir ifade tarzıyla yazılmıştır29. Devmetü'l-cendel reisi Ükeydir'e yazılan mektup ise âdeta "demir leblebi" dir. Arapça biliyorum diyen herkesin anlaması mümkün değildir30. "Hacc nedir?" sorusunu soran adama" telbiye anında sesi yükseltmek ve kurban kesmektir" anlamına gelmek üzere "el-accü ve's-secc" demekle yetinmiş ve adam bu cevabı yeterli bulmuştur3 1. Halbuki Hz. Peygamber bir başka gruba zekâtı verilmeyen altın ve gümüşün sahibine kıyamet günü yapılacak muameleden bahsetmiş, dinleyenlerden biri zekatı verilmeyen deve hakkında soru sormuş, Hz. Peygamber bu sorunun cevabını tafsilatlı şekilde anlatmıştır. Bunun ardından zekatı verilmeyen inek hakkında soru gelmiş, Hz. Peygamber "devenin sahibine yapılanın aynısı ineğin sahibine de yapılır" dememiş, açık açık ifadelerle aynı tafsilatı vermiş, bunun ardından sırayla zekatı verilmeyen at ve eşek hakkında aynı soru sorulmuş, aynı tafsilat verilmiştir32. Abdestin faziletini anlatırken "yıkanan her abdest uzvu ile işlenen günahlar dökülür" dememiş, her uzuv için ayrı ayrı ve aynı ifadeleri kullanarak açıklama yapmıştır33.
Hz. Peygamberin bu yolu tutması muhatabının kültür, zeka ve kavrayışıyla yakından ilgilidir. Nitekim belli bir kültür seviyesinde bulunan kimsenin "bu nedir?" sualine cevap olarak "Bilgisayardır" şeklinde verilen bir cevap yeterlidir; fakat bilgisayar hakkında bilgisi olmayana tafsilatlı cevap verilmesi gerekir.
2- Hz. Peygamber muhatabının suallerine daima açık olmuştur. Muhatabı aydınlatmak ve ona maksadını tam olarak anlatmak isteyen bir mübelliğin başka türlü davranması düşünülemez. Problemi halledilmeyen ve zihnindeki şüphelere, tereddütlere ikna edici cevaplarla mukabele edilmeyen bir muhataba yeterli tebliğin yapıldığı söylenemez.
Kur'ân-ı Kerîm "Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun"34 emri ile insanlara geniş bir sual kapısı açar (16/Nahl, 43). Hz. Peygamber ise din ile ilgili olan her meselenin tek ve asıl kaynağı durumundadır. İlim ehli tabirinin akla getirdiği ilk insandır. Asıl vazifesi tebliğ ve beyan olan Hz. Peygamberin, dinini öğrenmek üzere gelen bir insanı geri çevirmesi ve sorusunu cevapsız bırakması düşünülemezdi. Bu sebepledir ki cevaplandırıldığı takdirde faydalı olacağı belli olan herhangi bir sorunun, Hz. Peygamber tarafından cevapsız bırakıldığına dair tek misal yoktur. Peygamberin vazifesi öğretmektir. Soruyu soran ise öğrenmeğe hazır durumdadır35. Hz. Peygamber onun bu hazırlığından istifade etmiş, demiri tavında dövmüştür. Mescidde, evinde, minberde konuşurken, seferde, muharebe anında, gece vakti, hasta yatarken, tek başına veya kalabalık bir cemaatin arasında iken sorulan soruların hiçbirini "şimdi vakti değil" diyerek geri çevirmemiştir36. Sual soranı böyle bir suali sorduğu için takdir ettiği olmuştur37. Bu takdirin eğitim ve öğretim açısından ayrı bir önemi vardır. Soru soranın şahsına olan itimadını destekler, ikinci bir soru sorma cesareti verirdi38.
Abdullah b. Mes'ud (32/53) peş peşe sıraladığı sorularına kendiliğinden son verdiğini anlatırken sözlerini şöyle bağlar: Şayet soruyu devam ettirsem o da gönül rahatlığıyla cevap verecekti39.
Yazının devamı: http://www.kuranimiz.net/v1/index.php/tr/component/k2/item/274-hz-muhammedin-tebli%C4%9Finin-kalici-olmasi