Ömer Madra
Dünyanın gidişatını izlemek için daima büyük bir gayret içinde olduğumuz halde, itiraf etmek gerekir ki, Ahmet İnsel, Ocak ayı başlarında Açık Gazete içindeki kendi “Ufuk Turu” köşesinde bu konuyu gündeme getirmeseydi, başdöndürücü bir hızla değişen dünyanın gerçeklerine “ayılmamız” için en az birkaç gün daha geçmesi gerekebilecekti. Arap dünyasında yükselen müthiş isyan dalgasından, daha doğrusu, onun fitilini ateşleyen Tunus’taki başarılı halk ayaklanmasından söz ediyoruz. Tunus gençliği, uzak bir kasabada üniversite mezunu ama işsiz “işportacı” delikanlının polis devletinin hakaretine uğradıktan sonra incinen haysiyetini korumak için kendini yakması üzerine, onun tutuşan bedeninden oluşturduğu özgürlük meş’alesiyle ABD ve Batı destekli zalim ve yoz diktatörlüğün hırsızlık rejimini hayret verici bir süratle alaşağı etti – ABD’yi ve Tunus’un eski “efendi”si Fransa başta olmak üzere tüm eski, yeni kolonyalist Avrupa ülkelerinin yönetimlerini büyük bir şaşkınlığa, hatta hafif bozguna uğratarak...
“Bozkır Yangını”
Açık Radyo’da o tarihten itibaren, bu sefer ipin ucunu hiç kaçırmadan meşalenin ışığını izlemeyi sürdürdük. Aynı ateş, 1968 Devrimi kuşağının çok iyi hatırladığı bir deyimle bir “bozkır yangını” gibi, büyük bir hızla yayıldı, birçok Arap ülkesini yaladı ve geldi Mısır’a dayandı. Şu satırların yazıldığı sırada Mısır toplumunun bütün kesimlerinden genç, yaşlı, dinci, dinsiz, başörtülü, “yarı-çıplak”, milliyetçi, enternasyonalist, çoluk, çocuk 2 milyon insan başkent Kahire’nin büyük meydanında, o meydanın adına layık bir duruşla, 30 yıllık çürümüş, vahşi, haydut diktatörlüğe meydan okuyor, yalnızca özgürlük ve umut talep ediyordu – hemen şimdi! Bunun adına devrim diyorduk biz de.
Karşısında duvar gibi dikilen robocop ordusuna tek başına molotof kokteyli fırlatan genç kızın, sıyrılan pantolonundan görünen çiçekli donu, insanın aklına Eugène Delacroix’nın 1830 devrimini resmettiği “Özgürlük Halka Öncülük Ediyor” başlıklı tablodaki çıplak göğüslü özgürlük allegorisi genç kızı getiriyordu. Gözlerimizin önünde serpilip gelişen Mısır Devrimi’nde kadınlar ve gençler başı çekmekteydi. Devrim şimdi ve burada idi yani.
Şair ve müzisyen Gil Scott-Heron, öfke-umut karışımı stili ile terennüm ettiği o benzersiz resitatif şarkısında devrimin televizyondan seyredilemeyeceğini homurdanmıştı, ama yanılıyordu, ve o da eminiz yanılmaktan mutlu olacaktı.
“Cesur genç insanlar, hayatlarını riske atarak, tepeden tırnağa çürümüş otoriter rejimlere baş kaldırdıklarında ve hele başkanı devirmeyi başardıklarında, alkışı hak ederler,” diyor önde gelen düşünürlerden Wallerstein. Ve şöyle devam ediyor: “Bundan sonra ne olursa olsun, insanlık için iyi bir an’dı… Otoriter bir rejime isyan etmek kolay bir iş değildir. Rejimin elinin altında silahları ve parası vardır, normalde yönetim, ona sokaklarda meydan okuma çabalarını kolayca ezer geçer.” (The Second Arab Revolt: Winners and Losers”, (http://fbc.binghamton.edu/commentr.htm) Olağanüstü cesaretleriyle bu olağanüstü devrimci moment’i yaşayan, aynı anda bize de yaşatan gençlerin gözlerindeki sevinç ve coşkuyu da haklı öfkelerinin yanında farketmemek mümkün değildi – eğer görmek için bakıyorduysak tabii.
Topluluk Duygusu – Bir Araya Gelmek
Ve, azıcık dikkatle bakarsak kolaylıkla görebileceğimiz çok önemli bir ikinci nokta daha vardı: Açık Radyo’da yıllardır hayranlıkla takip ettiğimiz bir topluluk radyosu (ve televizyonu) olan Democracy Now’un editörlerinden Mısırlı gazeteci ve aktivist Şerif Abdül Kuddus, ülkesine döner dönmez ayağının tozuyla Özgürlük (Tahrir) Meydanı’ndan yaptığı canlı yayında zamanın ruhunu şöyle tarif ediyordu:
“Gerçekten akıl almaz bir topluluk duygusu var şimdi ortalıkta: İnsanların biraraya toplanma duygusu. Ben Mısır’ı ömrümde böyle görmedim. İnsanlar Özgürlük Meydanı’nda çöplerini topluyor, yemek dağıtıyor, birbirine yardımcı oluyor. İnsanlar Özgürlük Meydanı’nın ortalık yerinde çadırlarını kuruyor, oracıkta uyuyor. Son derece duygusal bir sahne. Hiçbir zaman olamaz dediğiniz türden bir sahne. Büyük ölçüde lidersiz bir hareket. Yani tek bir grup, örgüt filan yok. Toplumun tüm kesimlerinden insanların bir araya geldiği bir halk ayaklanması. Muhalefet grupları da hareketin içine girdiler şimdi. Müslüman Kardeşler (İhvan) ve diğer muhalefet grupları. Ama insanlar onların kendilerini seçtirmelerini kabul etmiyor. Çok çarpıcı bulduğum bir sahne şuydu: İhvan grubundan birçok kişi ‘Allahüekber” diye bağırmaya başladı. Birden, çok daha yüksek bir slogan yükseldi hançerelerden ve onu bastırdı: ‘Müslüman, Hristiyan, hepimiz Mısırlıyız.’ Mısır’da bugün olup biteni gerçekten simgeleyen birşey varsa, işte buydu!”
“Vaziyet Mükemmel”
Bundan sonra ne olacak? Soru daima budur elbette. Çağın önde gelen bir diğer düşünürü Slavoj Zizek de, Guardian’daki “Arap Devrimci Ruhundan Neden Korkacakmışız?” başlıklı yazısında bu soruyu ortaya koyarken, şöyle de bir cevap getiriyor: “Mubarek, orduyu isyancıların üzerine gönderdikten sonra seçim kolaylaştı: Ya kozmetik bir değişiklik olacak artık ve böylece bir şeyin değişmesiyle herşey aynı kalacak, ya da gerçek bir kopuş yaşanacak… İşte hakikat ânı: Batılıların Mubarek için getirdikleri argüman, yani ‘ya o ya da kaos’ argümanı, onun aleyhine bir argüman aslında. Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü nefes kesici: Kamuoyu önünde açıkça demokrasiyi desteklediler. Şimdi, halk zalim diktatörlere karşı din adına değil de laik özgürlükler ve adalet adına isyan edince de, birden derin kaygılara kapılıverdiler. Özgürlüğe bir şans doğduğu anda neden sevinç ve coşkuya kapılmayıp kaygıya garkolunduğunu anlayabiliyor musunuz kuzum?”
Zizek, kendi sorusuna, yine 68 devrimi kuşağından olanların gayet iyi hatırlayacağı bir alıntıyla kendi cevap veriyor: “Mao Zedung’un eski düsturu bugün belki her zamankinden daha geçerli: ‘Gökteki cennetin altında büyük kaos var – vaziyet mükemmel yani.’”
Tunus’taki ayaklanmayı Açık Gazete’de konuşmaya başladığımız anda, “Darısı, başta Mubarek, diğer tüm diktatörlüklerin başına İnşallah,” demiştik. İyi ki böyle bir dilekte bulunmuşuz. Yüreğimiz temiz olmalı ki, dileklerimiz yavaş yavaş gerçekleşiyor gibi. Bu süreçte iki önemli tabunun yıkılmış olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Batılı yönetimlerin, liberallerin ve kerameti kendinden menkul kimi “devrimci”lerin bu müthiş riyakârlıklarının yanısıra, demokrasiyi ve halkların gücünü ne kadar aşağıladıkları ve aşağılamanın ötesinde- bunlardan ne kadar korktukları, Tunus-Mısır devrim hattında olağanüstü berraklıkta bir kristal küre gibi açığa çıktı. Tabii, aynı korku Suudi Arabistan, Yemen, Libya, Ürdün, Suriye… bu zulüm sıradağlarını da bekliyor şimdi.
“Ânında Görüntü”
İşin ironik tarafı, bu sinsi korkuların birden gözlerimizin önünde belirmesi, Arap dünyasında insanların yüzlerce yıllık “korku imparatorlukları”nı çürük bir perde gibi yırtıp atmalarıyla aynı âna denk geldi. Tamer Şaban adlı blogçunun hazırladığı o kısacık ama son derece ustaca kotarılmış vurucu videoda sakallı gencin haykırışı, bazı halklarda artık korkunun bir daha geri gelmeyeceğini bütün kesinliğiyle zihinlerimize çakmaktaydı: “Müslüman, Hristiyan veya Tanrıtanımaz!... Ne olursak olalım, lanet olası hak ve özgürlüklerimizi vereceksiniz ve bizi bir daha asla susturamayacaksınız!” (www.youtube.com/watch?v=DvoyfMLO6rU)
Yerlebir olan –veya böyle olacağını pek yakında göreceğimiz- ikinci “tabu” ise, kuşaklar boyu zihinlerimize özenle yerleştirilmiş olan “Arap-çorap” ırkçılığı. Bizi sırtımızdan hançerlemiş, her millet hak ettiği yönetimle yönetilir “öz”deyişine uygun şekilde diktatörlerine layık yaşayan pısırık, pis Arap” anlayışı, yine görmek isteyenler için, ebediyen gömülmüştü. Kahire, İskenderiye, Süveyş ve diğer Mısır şehirlerinin meydanlarında, yollarında, köprülerinde ve sokaklarında korkunç diktatörlüğe barışçı bir şekilde başkaldıran milyonlarca insanın gözlerindeki haklı gazap ve kararlı coşkunun yanısıra, inkârı mümkün olmayan bir gururu görmemek için hakikaten “bakar-kör” olmak gerekirdi. Devrim yapmakta olduğunun bilincinden yansıyan bir gururu. Wallerstein, “İkinci Arap Başkaldırısı” diye adlandırdığı bu benzersiz olayın zaman içinde en büyük kazananının “elbette Arap halkları” olacağını söylerken, herhalde bunu kastediyor olmalıydı.
Yıldızın Parladığı Anlar…
Yeryüzünde devrim yıldızının parladığı ender anlardan birkaçına, eşi benzeri hiç görülmemiş anlara, eskimiş bir deyimle “ânında görüntü” ile tanık olmanın olağanüstü ayrıcalığını yaşıyoruz. Tabii, bu “ânında görüntü”, ElCezire ve Democracy Now gibi ender mecralarla, Facebook, Twitter gibi paylaşım medyasını büyük bir sorumluluk ve cesaretle kullanan vatandaş gazetecilerinin yılmadan bize sundukları gerçek hayat yayınları için söylenmiş bir laf. Yoksa, Mısır Devlet Televizyonu ya da Türkiye’de ve Batılı ülkelerin pek çoğunda yerleşik düzen medyasının sunduğu “paralel evren”lerden söz etmiyoruz. Hiçbir şeyin olmadığı haber bültenleri, hiçbir şeyin olmadığı birinci sayfaları ve manşetleriyle bu “mecra”ları izlemekle yetinenler, maalesef, kendilerini inanılmaz bir fırsattan ebediyyen yoksun bırakmış oluyorlar. Eh, ne yapalım, acı kader!
İnsanlık tarihinde böyle birşey olmadı. Böylesine bir “demokratik devrim” ayaklanmasına milyarlarca insanın an be an tanık olması, rüyada görülse inanılacak şey değildi; ama oluyor. Oldu. Tarih gözlerimizin önünde yazılıyor. Yazıldı. Tabii ki, bu devrimin ne sonucu olacağını bilmiyoruz. Şu satırların yazıldığı anda, ne olacağını bilmek elbette imkânsız. Yüzlerce, hatta binlerce masum insanın kanla katledilmesi bile mümkün.
Ama bildiğimiz birşey var: Dünya, sıradan insanların sakince bir araya gelip kendi başlarına kendi kaderlerini tayin etmek için cesurca ve neşeyle ayağa kalkmalarından sonra bir daha eski dünya olmayacak. Asla.
Açık Radyo